Son iki – üç yıldır “Biz de bir holding kursak acaba nasıl olur?” diye fikir sondajı yapan grup o kadar çok ki, anlatamam. Ama daha da ilginci, “Bir holdingimiz var, ama pek de faal değil. Ne yapsak şimdi biz bu holdingi?” sorusuyla meşgul olanların sayısı azımsanmayacak kadar. Hal böyle olunca, geçen gün Türkiye’nin önde gelen gruplarını tekrar mercek altına aldım. Epey nostaljik ama bir o kadar da zorlu bir egzersiz oldu. Bunun dört sebebi var.
İlki “sayı”. Eskiden öyle büyük grup denilince akla 15 – 20 isim gelirdi. Şimdi en az 50 tane rahat sayılabiliyor.
İkincisi “ölçek”. Bu grupların konsolide ciroları ülke sınırları içerisinde büyüktü. Ancak artık önemli bir kısmı, küresel ölçekte bile yer alacak düzeyde (Burada kriter olarak ciro ve/veya aktif büyüklüğünü baz alıyorum. Bir diğer gösterge de çalışan sayısı olabilir, ancak bu noktada halen göreceli olan bizim gruplarımızın çoğu küçük sayılır).
Üçüncüsü “coğrafi dağılım”. Vaktiyle İstanbul ağırlıkta olmak üzere birkaç büyük şehirden çıkardı bu dev gruplar. Günümüzde ise farklı farklı şehirlere dağılmış durumdalar. Ama en çarpıcısı dördüncüsü, yani “sektörler”. Eskiden sanayicilikle büyümüş gruplar bankacılığa girerdi ya da tersi olurdu. Ama büyük grup denilince formül aynıydı: Üretim + Bankacılık. Sonra bir şeyler değişiverdi. Yola 20-30 sene önce tek sektörde çıkan firmalar (özellikle inşaat, tekstil, dış ticaret) daha sonra buradan elde ettikleri birikimleri başka sektörlere de aktarma yoluna gittiler. Yurtiçinde buna ön ayak olan gelişme özelleştirme başta olmak üzere piyasaların liberalizasyonuydu. Dışarıda ise yurtdışına açılma iştahını kabartan küreselleşme tabii ki. Favori sektör bariz şekilde enerji. Diğer ön plana çıkanlar arasında ise gayrimenkul, ulaştırma, perakende, lojistik, turizm ve çimento sayılabilir. “2014 yılında büyük grupların yatırım yapacakları alanlar hangileri?” diye sorsak, çoğunlukla gene bu sektörler sayılacaktır. İşte bu sebeple BIST’de bu sektörlerin performansını izlemek önem taşıyor. Örneğin son dönemlerde, XELKT, XTRZM, XGMYO endekslerinin performansı nasıldı? 2013’ü bakalım nasıl kapatacaklar?
Büyük grupların benzer özellikleri:
Bu grupların şaşırtıcı derecede benzeşen bazı özellikleri var. Peki, nedir bunlar?
Aile Sıcaklığı: Çoğu “aile şirketi”. Birinci kuşak halen aktif ama ikinci kuşak da artık devreye girmiş durumda. Hatta sayıca daha az da olsalar, bazılarında 3. kuşak bile aktif. Böylece yeniliklere daha açık bir bakış açısı ile yılların deneyiminin ilginç bir harmanı oluşuyor.
Halka Açılmak?: “Asla” diyen çok az. “Bugün olmayabilir, ama yarın neden olmasın?” diyen sayısı fazla. Bunun öncesi – sonrası nasıl bir süreçtir; getirisi – götürüsü ne olur gibi konularda daha fazla araştırma yapmaya ihtiyaç duyuyorlar.
Nostaljiye Yer Yok: Kendilerini mevcut konumlarına taşıyan ilk göz ağrıları sektörlerden çıkmaya hazırlar. Doğdukları değil, doydukları sektörlere yüzlerini çevirmiş durumdalar.
Girişimci Ruh: Aralarında bir girişim sermayesi gibi davrananlar var. Sürekli bir al – sat ya da en azından sürekli alıp satmaya yönelik eğilim söz konusu.
Yurtta Ticaret, Cihanda Ticaret: Yabancı ortaklıklara, yurtdışına açılmaya iştahlılar. Bu konuda en şüpheci yaklaşan gruplar bile artık “Bir tek pazar var, o da dünya” şeklinde hareket ediyorlar.
Biri bizi durdursun: Çok hızlı büyüyorlar. Bu durumdan biraz endişelenmiyor da değiller. Ama “Büyümezsek küçülürüz, küçülürsek de yok oluruz” endişesi daha da ön plana çıktığı için pedallar arasında gaz, frene göre ağır basıyor.
Altyapı mı dediniz? Ticaret ve operasyon önden koşuyor. Bunları destekleyecek altyapılara (insan, süreç, performans yönetimi, kurumsal yönetim, süreç, kurumsal hafıza vb.) yatırım yeni yeni yapılmaya başlandı. Bu gecikme de aslında diğer ikisinin başarısını tehdit ediyor.
Yeniden yapılanmak biraz çetrefilli bir konu
Çoğu grup bugün gelecekleri noktayı veya en azından bu noktaların yaratabileceği kompleksiteyi tam öngörebilmiş değil. Zaten bu da kolay değil. Ayrıca yazımın başında da belirttiğim gibi “Niçin holding?”, “Nasıl bir holding?” gibi kendileri kısa, ancak yanıtları uzun; yanıtlanmaları da dikkat isteyen sorular da gündemde. O yüzden hukuksal, vergisel, yönetsel ve organizasyonel açıdan grup yapılanmaları ciddi anlamda elden geçmeli. Ve tabii ki bu yapılanma sürecinde öncelikle grubun stratejisi ve hedefleri referans noktası olarak alınmalı. Ajandada ne var? Halka açılmak, inorganik büyümek, 3 yeni sektöre daha girmek, dikey entegrasyon, yeni stratejik ortaklıklar…
Doğru yanıtları bulabilmek için, doğru soruları sormalıyız: “Varlıklar, lisanslar, imtiyazlar, markalar hangi şirketlerde durmalı?”, “Sektörler bazında gruplanmalı mıyız?”, “Müşterek Hizmetler Merkezi kuralım mı?”, “Transfer Fiyatlandırması nasıl işleyecek?”, “Hangileri şahıs şirketi olarak kalsa daha mı iyi olur?”, “İleride satmayı düşündüğümüz şirketleri ne yapalım?”, “Ana sözleşmelerde ne tür tadilat gereksinimleri oluşur?”, “Yeni TTK bizi nasıl yönlendiriyor?”, “Peki diğer diye adlandırdığımız küçük ve stratejik olmayan şirketler ne olacak?”, “Aile anayasasına ihtiyaç var mı?” ve daha niceleri.
Unutulmaması gereken bir konu da yukarıda saydığım perspektiflerin her zaman uyum içerisinde olmadığı; hatta kimi zaman ciddi şekilde çeliştiği… Örneğin halka açılma stratejisi açısından cazip bir yapılanma modeli; vergisel açıdan dezavantaj yaratabilir. Hukuksal açıdan makul bir uygulama; yönetsel bir zaafa yol açabilir. Organizasyonel bakış açısıyla en doğru gözüken model, belki de dışa açılma planlarımız adına en büyük engel… Her şeyi bir arada tartmak, avantajına – dezavantajına bakmak gerekiyor. İşte bu sebeplerden dolayı önümüzdeki birkaç seneye bu konuda epey kıpırdanma olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Hazır olun, devlerin manevraları başlıyor!

Her x-jenerasyonu vatandaşımızın okul hayatında unutamadığı, adeta efsane olmuş bir ifade vardır: “Türkiye, dünyada kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biridir”.Kulağa son derece güzel gelen bu söylemin altı ise, tam doldurulamamıştır. Acaba “kendi kendine yetebilirlik” ile tam olarak kast edilen nedir? Şahsen merak ettiğim şeylerden biri de, diğer 6 ülkenin hangileri olduğu idi.
Sonuçta birçok kişi bunu haliyle “gıda üretimi”ne yordu. Gıdanın da özellikle tarımla ilgili kısmına. Dönem dönem bu söylemin tekrar popüler hale gelmesinin ise birçok sebebi var. Bunların içinde GSYH’da tarımın payının hızla azalması; net ihracatçı olduğumuz bazı ürünlerde bir anda önemli bir ithalatçı haline dönüşmemiz; dünya ticaretinde işlenmiş gıdanın katma değer sonucu artan ağırlığı; Avrupa Birliği üyeliği sürecinde Türk tarımının, bilhassa teşviklerin sürekli sorgulanması; üretimde verimlilik konusunda gelişime duyulan ihtiyaç ve bunun karşılığında insan sağlığı ile ilgili endişeler sayılabilir.
Belki de ilk sorulması gereken soru, “Türkiye’nin halen bir tarım ülkesi olup olmadığı”dır. Tarımın GSYH’daki payı %9,3 (2012). Bu rakam tahmin edebileceğiniz gibi gelişmiş ülkelerinkine göre yüksek, gelişmekte olan ülkelerinkiler ile benzer. Bu tabloya bakıp da “Türkiye bir tarım ülkesidir” çıkarımı yapmak yerinde olmaz. Tarımın ekonomideki ağırlığına bakıldığında; ülkemiz ne ilk ne de son sıralarda. Sektörün büyüme oranına bakıldığında da keza öyle… Yarattığı istihdamı da düşünürsek halen ekonominin can damarlarından biri; ama eskisi kadar odaklı da değiliz tarıma. Örneğin, ekili alanlar 2008-12 gibi kısa bir dönemde kayda değer oranda (%3) küçüldü. İstihdama ise daha geniş bir zaman diliminde bakalım: 2000-2012 yılları arasında çiftçi sayısı 7.8’den 6.1 milyona inmiş. Söz konusu döneme baktığımızda buğday, mısır, arpa, ayçiçeği gibi birçok tarla ürününün üretim miktarları yükselirken; sebzelerde üretimi artan da var, azalan da. Meyvelerde, zeytinde, çayda bariz üretim artışı görülüyor. Kuşkusuz meyve suyu, zeytinyağı gibi işlenmiş gıda ürünlerinin üretimindeki artış ve ihracat iştahı bu trendi destekler nitelikte. Belki de en merak edilen şey “Organik tarımın nereye koştuğu”. Ekili alandaki %420’lik artışa paralel bir şekilde, organik bitkisel üretim bu 4 senelik zaman diliminde tam %330 artmış.
Türkiye dünya üretiminde fındık, incir, kayısı, kirazda 1. sırada. Kestane, karpuz, kimyonda 2. sırada. Elma, çilek, salatalık, fıstıkta ise 3. durumda. Fasulye, nohut, zeytin, çay, domates, patlıcan, ıspanak, ceviz, vanilya üretiminde de ilk 5’de yer alıyor. Üzüm, portakal, şeftali, badem, limon, kivi, soğan, çavdar, arpa ve buğday ise ilk 10’da olduğu ürünlerin sadece bir bölümü. Ama belki de işin daha ilginç tarafı, Avrupa Birliği’ndeki bazı büyük ülkeler (özellikle İspanya, İtalya ve Fransa) başta olmak üzere; sebze-meyve-kuruyemiş-tahıl üretiminde ilk 10 sırada azımsanmayacak bir “gelişmiş ülkeler” ve “BRIC” ağırlığı var. Türkiye dünyada toplam tarım üretiminde değer olarak 8. sırada. Üzerinde yer alan 7 ülke ise BRIC ülkeleri ile ABD, Endonezya ve Japonya.
Gelelim şu kendi kendine yeten 7 ülke konusuna. “Kişi başına düşen günlük kalori arzı” diye bir ilginç istatistik var ve ülkemiz gerçekten de ilk 7’de! (5. Sıradayız) Diğerlerini de sayayım: Avusturya, ABD, Belçika, Kuveyt, Yunanistan ve İrlanda. Belki de bu veya benzer bir argümana dayalı bir söylemdi yıllar önceki. Ama artık küresel ekonomide ülkeler sadece kendilerine değil, dünya pazarına yetmeye bakıyor. Hele hele dış ticaret dengesindeki hassasiyet ve artan nüfus bir arada olunca…
Dış ticaret açığından mustarip olduğumuz için bu gözle bakarsak; 2012 yılı Tarım-Gıda Ürünleri ihracatımızın, ithalatımızı karşılama oranı yüzde 144. Ancak tarımsal hammaddeler de dikkate alınırsa %98. 2002 senesinde bu oranlar sırası ile yüzde 192 ve yüzde 102’imiş. Sanırım bu da trend hakkında bizlere bir fikir verecektir.
Hangi ürünleri üretmek daha ön plana çıkıyor peki? Çok amaçlı kullanımı olan (endüstri bitkileri vb.), dünya piyasasında aranılan, rekabet avantajımız olan, hem iç hem dış piyasaya hitap edebilen ürünleri üretmeliyiz tabii ki. Sadece ham veya taze değil; işlenmiş gıda ürünlerine de odaklanmalıyız. Ve tabii ki tüm bunların ötesinde varsa yoksa verimlilik…
Öte yandan güzel gelişmeler de oluyor muhtemelen büyük çoğunluğun haberdar olmadığı. Örneğin soya fasulyesi üretiminde dünyada ilk 10’da değiliz. “O kadar üründe destan yazmışız; soyada yazmasak ne fark eder?” diyebilirsiniz. Yanıtı basit: 2005-12 yılları arasında soya fasulyesinin fiyatı dolar bazında yüzde 144 arttı. Soya yağındaki fiyat artışı ise yüzde 133…
Ancak 2010 yılı verilerine göre dünyadaki en verimli soya fasulyesi çiftlikleri hektar başına 3.7 ton üretim ile Türkiye’dekilerdi. Tabii bu yeterli değil. Aynı dönemde fiyatı en çok artan diğer tarım ürünleri mısır, buğday, palmiye yağı, şeker, çay, pirinç, hindistancevizi yağı, kahve, kakao. Ve daha önce paylaştığım rakamları da hatırlarsak; bunların çok azında ülkemiz önde gelen üreticiler arasında. O yüzden ne kadar ürettiğimiz kadar, ne ürettiğimiz ve nasıl ürettiğimiz de önemli. Doğru tarım politikaları ve stratejileri, hepimizin geleceği için kritik…