Archive | October, 2017

Bir Holding kurduk ve şimdi onunla ne yapacağımızı bilmiyoruz…

25 Oct

Son iki – üç yıldır “Biz de bir holding kursak acaba nasıl olur?” diye fikir sondajı yapan grup o kadar çok ki, anlatamam. Ama daha da ilginci, “Bir holdingimiz var, ama pek de faal değil. Ne yapsak şimdi biz bu holdingi?” sorusuyla meşgul olanların sayısı azımsanmayacak kadar. Hal böyle olunca, geçen gün Türkiye’nin önde gelen gruplarını tekrar mercek altına aldım. Epey nostaljik ama bir o kadar da zorlu bir egzersiz oldu. Bunun dört sebebi var.

İlki “sayı”. Eskiden öyle büyük grup denilince akla 15 – 20 isim gelirdi. Şimdi en az 50 tane rahat sayılabiliyor.

İkincisi “ölçek”. Bu grupların konsolide ciroları ülke sınırları içerisinde büyüktü. Ancak artık önemli bir kısmı, küresel ölçekte bile yer alacak düzeyde (Burada kriter olarak ciro ve/veya aktif büyüklüğünü baz alıyorum. Bir diğer gösterge de çalışan sayısı olabilir, ancak bu noktada halen göreceli olan bizim gruplarımızın çoğu küçük sayılır).

Üçüncüsü “coğrafi dağılım”. Vaktiyle İstanbul ağırlıkta olmak üzere birkaç büyük şehirden çıkardı bu dev gruplar. Günümüzde ise farklı farklı şehirlere dağılmış durumdalar. Ama en çarpıcısı dördüncüsü, yani “sektörler”. Eskiden sanayicilikle büyümüş gruplar bankacılığa girerdi ya da tersi olurdu. Ama büyük grup denilince formül aynıydı: Üretim + Bankacılık. Sonra bir şeyler değişiverdi. Yola 20-30 sene önce tek sektörde çıkan firmalar (özellikle inşaat, tekstil, dış ticaret) daha sonra buradan elde ettikleri birikimleri başka sektörlere de aktarma yoluna gittiler. Yurtiçinde buna ön ayak olan gelişme özelleştirme başta olmak üzere piyasaların liberalizasyonuydu. Dışarıda ise yurtdışına açılma iştahını kabartan küreselleşme tabii ki. Favori sektör bariz şekilde enerji. Diğer ön plana çıkanlar arasında ise gayrimenkul, ulaştırma, perakende, lojistik, turizm ve çimento sayılabilir. “2014 yılında büyük grupların yatırım yapacakları alanlar hangileri?” diye sorsak, çoğunlukla gene bu sektörler sayılacaktır. İşte bu sebeple BIST’de bu sektörlerin performansını izlemek önem taşıyor. Örneğin son dönemlerde, XELKT, XTRZM, XGMYO endekslerinin performansı nasıldı? 2013’ü bakalım nasıl kapatacaklar?

Büyük grupların benzer özellikleri:
Bu grupların şaşırtıcı derecede benzeşen bazı özellikleri var. Peki, nedir bunlar?

Aile Sıcaklığı: Çoğu “aile şirketi”. Birinci kuşak halen aktif ama ikinci kuşak da artık devreye girmiş durumda. Hatta sayıca daha az da olsalar, bazılarında 3. kuşak bile aktif. Böylece yeniliklere daha açık bir bakış açısı ile yılların deneyiminin ilginç bir harmanı oluşuyor.

Halka Açılmak?: “Asla” diyen çok az. “Bugün olmayabilir, ama yarın neden olmasın?” diyen sayısı fazla. Bunun öncesi – sonrası nasıl bir süreçtir; getirisi – götürüsü ne olur gibi konularda daha fazla araştırma yapmaya ihtiyaç duyuyorlar.

Nostaljiye Yer Yok: Kendilerini mevcut konumlarına taşıyan ilk göz ağrıları sektörlerden çıkmaya hazırlar. Doğdukları değil, doydukları sektörlere yüzlerini çevirmiş durumdalar.

Girişimci Ruh: Aralarında bir girişim sermayesi gibi davrananlar var. Sürekli bir al – sat ya da en azından sürekli alıp satmaya yönelik eğilim söz konusu.
Yurtta Ticaret, Cihanda Ticaret: Yabancı ortaklıklara, yurtdışına açılmaya iştahlılar. Bu konuda en şüpheci yaklaşan gruplar bile artık “Bir tek pazar var, o da dünya” şeklinde hareket ediyorlar.

Biri bizi durdursun: Çok hızlı büyüyorlar. Bu durumdan biraz endişelenmiyor da değiller. Ama “Büyümezsek küçülürüz, küçülürsek de yok oluruz”  endişesi daha da ön plana çıktığı için pedallar arasında gaz, frene göre ağır basıyor.

Altyapı mı dediniz? Ticaret ve operasyon önden koşuyor. Bunları destekleyecek altyapılara (insan, süreç, performans yönetimi, kurumsal yönetim, süreç, kurumsal hafıza vb.) yatırım yeni yeni yapılmaya başlandı. Bu gecikme de aslında diğer ikisinin başarısını tehdit ediyor.

Yeniden yapılanmak biraz çetrefilli bir konu

Çoğu grup bugün gelecekleri noktayı veya en azından bu noktaların yaratabileceği kompleksiteyi tam öngörebilmiş değil. Zaten bu da kolay değil. Ayrıca yazımın başında da belirttiğim gibi “Niçin holding?”, “Nasıl bir holding?” gibi kendileri kısa, ancak yanıtları uzun; yanıtlanmaları da dikkat isteyen sorular da gündemde. O yüzden hukuksal, vergisel, yönetsel ve organizasyonel açıdan grup yapılanmaları ciddi anlamda elden geçmeli. Ve tabii ki bu yapılanma sürecinde öncelikle grubun stratejisi ve hedefleri referans noktası olarak alınmalı. Ajandada ne var? Halka açılmak, inorganik büyümek, 3 yeni sektöre daha girmek, dikey entegrasyon, yeni stratejik ortaklıklar…

Doğru yanıtları bulabilmek için, doğru soruları sormalıyız: “Varlıklar, lisanslar, imtiyazlar, markalar hangi şirketlerde durmalı?”, “Sektörler bazında gruplanmalı mıyız?”, “Müşterek Hizmetler Merkezi kuralım mı?”, “Transfer Fiyatlandırması nasıl işleyecek?”, “Hangileri şahıs şirketi olarak kalsa daha mı iyi olur?”, “İleride satmayı düşündüğümüz şirketleri ne yapalım?”, “Ana sözleşmelerde ne tür tadilat gereksinimleri oluşur?”, “Yeni TTK bizi nasıl yönlendiriyor?”, “Peki diğer diye adlandırdığımız küçük ve stratejik olmayan şirketler ne olacak?”, “Aile anayasasına ihtiyaç var mı?” ve daha niceleri.

Unutulmaması gereken bir konu da yukarıda saydığım perspektiflerin her zaman uyum içerisinde olmadığı; hatta kimi zaman ciddi şekilde çeliştiği… Örneğin halka açılma stratejisi açısından cazip bir yapılanma modeli; vergisel açıdan dezavantaj yaratabilir. Hukuksal açıdan makul bir uygulama; yönetsel bir zaafa yol açabilir. Organizasyonel bakış açısıyla en doğru gözüken model, belki de dışa açılma planlarımız adına en büyük engel… Her şeyi bir arada tartmak, avantajına – dezavantajına bakmak gerekiyor. İşte bu sebeplerden dolayı önümüzdeki birkaç seneye bu konuda epey kıpırdanma olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Hazır olun, devlerin manevraları başlıyor!

Pardon, birisi risk mi dedi?

25 Oct

Ne zaman piyasalarda son zamanlardaki gibi bir hareketlenme olsa, risk sözcüğü de tekrar moda olur. Amerika’da 200’e yakın halka açık dev kuruluşu kapsayan bir araştırmada; şirketlerde risk yönetiminin ana sorumlusu kim diye sorulduğunda çıkan sonuç oldukça ilginç: %51 CFO’lar, %49 Yönetim Kurulu Başkanları… Üstelik anket riski geniş bir çerçeveden ele alıyor: Sadece Operasyonel ve Finansal Riskler değil; Siber Güvenlik Riski, Rekabet, Regülasyon Değişiklikleri ve Satın Alma/Birleşmeler de var listede. Buradan çıkan iki mesaj var: 1) CFO’lar risk yönetimi konusunda oldukça ön planda, 2) Yönettikleri riskler sadece finansın oyun alanına giren riskler değil.

Ülkemizde ise, bankalar ve diğer finansal kuruluşları ayrı tutuyorum; risk denilince ilk akla gelen kuşkusuz görünürlüğü en yüksek, etkileri en ölçülebilir finansal riskler oluyor. Hatta enflasyon sinmiş, faizler inmiş, kurlar nispeten istikrarlı iken bu risklere bile odaklanma azalmıştı. Ama ekonomideki son gelişmeler, tabir yerindeyse şirketleri bu uykudan uyandırdı. Düşünün… Son bir seneye baktığımızda Eylül 2012’den Mayıs ortasına kadar hep 1,76 – 1,83 aralığında dalgalanan USD/TL kuru, son 2 aylık dönemde %10 artış gösterdi. Euro için de durum pek farklı değil. Peki, yalnızca bu kadar mı bir CFO’nun ajandasında olması gereken riskler?

Aşağıda belki de ülkemizde şu ana kadar hazırlanmış en kapsamlı listeyi, en derli toplu şekilde sunmaya çalıştım. Tabii ki bu risklere daha fazlasını ekleyebiliriz. Sonuçta daha ziyade Mali İşler fonksiyonlarının doğrudan müdahil olduğu bir seçki bizimkisi. Bazı riskler doğaları itibariyle ise iç içe geçmiş durumda. Ayrıca her şirkette tüm bu riskler geçerli olacak diye bir durum da söz konusu değil. Gene de, bu listeyi kullanarak firmanızı ufak bir teste tabi tutabilirsiniz. Burada şirketiniz için geçerli her kategori için kendi performansınızı puanlayın (1: Gelişime Açık 2: Yeterli 3: Yüksek Performans) Sonra da toplam puanınızı cevapladığınız soru sayısına bölüp basit ortalamayı hesaplayın. İsterseniz ağırlıklar atayıp, ağırlıklı bir ortalama da hesaplayabilirsiniz… Sonuç mutlaka size bir fikir verecektir ve eğer 2’nin altında bir ortalama puan alıyorsanız, birşeyleri geliştirmeye ihtiyacınız var.

Risk Kategorisi Temel Hususlara Örnekler
  1. Piyasa Kaynaklı Riskler
  • Faiz Riski, Kur Riski, Açık Pozisyon Riski, Enflasyon ve Fiyat Dalgalanmalarından kaynaklanan risklerin yönetilmesi
  • İş Yapılan Ülkenin / Coğrafyanın Riskleri
  • Emtia Riski (Hammadde ve mamul fiyatlarındaki dalgalanmaların yönetilmesi)
  • Türev Enstrümanlarının doğru şekilde kullanılması
  1. Müşteri / Tahsilat Riski
  • Müşteri Limit ve Teminatları sürecinin doğru kurgulanması ve yönetilmesi
  • Alacak sigortaları; faktoring (Risk Üstlenme ve Teminat Hizmeti); forefaiting gibi araçların gerekli noktalarda devreye sokulması
  • Alacak vadelerinin doğru yönetilmesi
  • Şüpheli Alacaklar sürecinin doğru yönetilmesi
  1. Mevzuat ve Uyum Riskleri
  • Mali tabloların doğru prezentasyonu
  • Vergi mevzuatı ve ticaret kanunlarına, düzenleyici ve denetleyici kurumların çizdiği çerçevelere uyum sağlanması, vergi uyuşmazlığı – cezai yaptırımlar vb. risklerin önüne geçilmesi
  • Etkin vergi planlaması, vergi ziyanlarının önüne geçilmesi
  1. Sözleşme Riskleri
  • Her türlü sözleşmedeki finansal koşulların (fiyat, ödeme planı ve vadeler, para birimi, kur, vergi ve masraflar, garanti ve teminatlar, finansal yaptırımlar vb.) risk bakış açısıyla değerlendirilmesi
  1. Yatırımcı İlişkileri ile İlgili Riskler
  • Kredi Derecelendirme performansı
  • Piyasada doğru ve zamanında finansal veri paylaşımı ile itibar ve güven kaynaklı risklerin; spekülasyonların önlenmesi
  • Operasyonel – Ticari – Finansal veriler arasındaki tutarlılığın sağlanması
  • Finansal bilgilerin gizliliğinin korunması
  1. Yatırım Riski
  • Yatırım / Proje Finansmanının doğru finansal koşullar altında sağlanması
  • Yatırımların finansal fizibilitesinin risk – getiri dengesi açısından değerlendirilmesi (Yatırımın geri dönüşünde VAR-Riske Maruz Değer, risk bazlı değerleme)
  • Proje portföylerinin yönetilmesi ve önceliklendirmelerin yapılmasında finansal getirilerin karşılaştırılması
  • Teşviklerin gerektiği şekilde değerlendirilmesi
  • “Vergi Sonrası Fayda – Maliyet” analizlerinin yapılması
  1. Eko Sistem Riski (Karşı Taraf Riski)
  • Piyasada birlikte çalışılan başlıca tedarikçi, iş ortağı, distribütör / bayi gibi tarafların finansal açıdan ne kadar sağlıklı olduklarının takibi
  1. Likidite Riski
  • Nakit Serbestisinin sağlanması (Serbest Nakit =Net Gelir + Amortisman – İşletme Sermayesindeki Değişim – Yatırım Giderleri)
  • Vadelerin doğru şekilde yönetilmesi, vade uyumunun sağlanması
  • Güvenlik Marjı uygulamasıyla beklenmedik nakit çıkışlarının / spontane yatırım fırsatlarının yönetilmesi
  • Nakit sıkışıklığı veya atıl nakit pozisyonu risklerinin yönetilmesi
  • Nakit fazlalığı sonucu oluşabilecek fırsat maliyetinin yönetilmesi
  1. Stratejik Riskler
  • Farklı stratejik seçeneklerin, finansal pencereden karşılaştırılması
  • Senaryo bazlı değerlendirmeler ve risk analitiği uygulamaları
  • Karar destek sürecinde doğru finansal veriler sunulması ile yanlış kararların önüne geçilmesi
  1. Suistimal ve Hata Kaynaklı Riskler
  • Bütçe / fon takibi ile etkin kontrollerin gerçekleştirilmesi
  • Etkin mali analiz ve raporlamasının gerçekleştirilmesi
  • Doğru yetkilendirme mekanizması kurulması, görevler ayrılığı
  • Harcama / satın alma / harcırah / gider limit ve kontrolleri
  • İç ve dış denetçilerden destek alınması

Hayat sadece EBITDA değil…

Yukarıdaki risklere şöyle bir baktığımızda aslında mali tabloların hemen hemen her kalemine dokunan bir madde bulabiliriz. Bir şirket düşünün… Bütün bir sene üretim adına ne kadar verimlilik fırsatı varsa değerlendirmiş ve bu noktada büyük kazançlar sağlamış. Ancak aynı şirket, girdi olarak kullandığı emtia fiyatlarındaki ve kurlardaki dalgalanmaları doğru yönetememiş. Veya yeni yatırımlarını finanse etme adına yanlış stratejiler uygulamış; nakit akım projeksiyonlarını gerçekçi yapamamış. Nihayetinde de bırakın yukarıdaki verimlilikleri kara çevirmeyi, yılı zararla kapatmış. Bunlar rastlamadığımız örnekler değil. Belki de “Biz bunların hepsini zaten biliyoruz” diyeceksiniz. O zaman kritik soru “Bildiklerinizi uyguluyor musunuz?” ya da “Ne kadar etkin uyguluyorsunuz?” sorusu. Unutmayalım ki, riskler dönemsel olarak raporladığımız veriler yerine, sürekli yönettiğimiz gerçekler olmalı ve bu süreçte CFO’lara çok fazla sorumluluk düşüyor. Bununla birlikte tüm bu riskler şirketin stratejisi, ticari yaklaşımları, operasyonları ve yasal sorumluluklarının ayrılmaz bir parçası. Bu sebeple de CFO’lar bu gemiyi diğer birimlerin de katılım ve desteği ile yüzdürmeliler.

Risklerin getirilerin çok daha gerisinde kalacağı günler dilerim…

Kahraman Türk turizmi cari açığa karşı

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Hemen güzel mesajlarla başlayalım… Türkiye’nin dünya turizminde son yıllarda gösterdiği gelişme baş döndürücü: 2000 yılında ilk 15’te bile yer almayan ülkemiz, 2012 yılını dünyada 200’den fazla ülke arasında en çok ziyaret edilen 6. ülke konumuna yükseldi. Geçen seneyi 35,7 milyon turist ile kapatmıştık, 2013 için son iki aya girerken 37 – 38 milyonlar konuşuluyor.

Rakamlara şöyle baktığımızda ilk 5 içindeki ülkeler kolay kolay değişmez gibi gözüküyor. Çünkü 5. sıradaki İtalya’yı geçen sene 46,4 milyon kişi ziyaret etmiş. Ancak ilk 5’i takip eden Türkiye’nin de dahil olduğu ve nispeten yerini sağlamlaştıran grubu oluşturan 8 – 9 ülke arasındaki sıralamada ise her an her şey değişebilir.

Nitekim Dünya Seyahat ve Turizm Rekabetçilik Raporu – 2013’e göre ülkemiz 140 ülke içinde 46. sırada yer alıyor. Bu endeks yasal düzenlemeler, çevresel sürdürülebilirlik, turizm altyapısı, fiyat politikası, güvenlik, sağlık ve hijyen, insan kaynağı, doğal kaynaklar, kültürel miras, ulaşım vb. birçok etken ile besleniyor. Sürdürülebilir başarı, bu ligde daha üst sıralara tırmandığımızda güvence altına alınacaktır. Kuşkusuz gözümüzü dikmemiz gereken tek rakam gelen turist sayısı değil. Elde edilen turizm gelirleri de son derece kritik. Burada dünyada ilk 10’da yokuz, sıramız 12.lik.

Öte yandan 2012’deki Turizm Gelirlerimiz 10 sene öncesinin neredeyse iki katı. Turist başına harcama geçtiğimiz yıl yaklaşık 800 dolar olarak gerçekleşti ve gelirleri arttırmak adına bu rakamın arttırılması gerekli. Gene de henüz potansiyelimizin çok altında olmasına rağmen, turist sayısı ve gelirlerde kaydedilen aşama umut verici. Cari açık ile yaşayan bir ekonomide, ödemeler dengesine pozitif etkisi olan her kalem haliyle itibar görür. İşte turizm de tam böyle bir sektör.

Aslında nelerin yapılması gerektiği de oldukça net: Turizmi 12 aya ve daha geniş coğrafyaya yay, çeşitlendir, ortalama gecelemeyi ve turist başına harcamayı arttır, kaliteyi yükselterek fiyatları yukarı çek, yatak arzını arttır, yurtdışında tanıtım ve yurtiçinde teşvik vb. yasal düzenlemeler ile destekle… Bunların çoğunda kayda değer ilerlemeler de kaydedildi.

Örneğin eskiden “Güneş-Deniz-Kum” ile “Tarih-Kültür” eksenine sıkışmış olan Türk turizmi, şimdi artık İnanç-İbadet / Yeme-İçme-Eğlence / Ekoloji / Sağlık / Kongre / Spor / Yatçılık / Eğitim gibi birçok ürünü dünyaya sunuyor. Bunun ödüllerini de elde etmeye başladı. Yukarıda sizler için hazırladığım tabloda, Türkiye’nin nasıl yükselişe geçtiğini kolaylıkla görebilirsiniz.

Gelişen turizm sadece ödemeler dengesi açısından değil, yarattığı istihdam ile de ekonomiye katkı sağlıyor. Bu yazımda ele aldığım sadece dış turizm. İç turizm de eklendiğinde rakamlar çok daha fazla büyüyecektir. Doğrudan veya dolaylı bu sektörden beslenen, yan sektör, kurum ve kişi sayısı inanılmaz. Tabii ki tüm bu resme bakarken bazı gerçekleri de göz ardı etmemek lazım.

Örneğin turizm istatistiklerinin ne kadar sağlıklı veya yönlendirici olduğu oldum olası gündem maddesi olmuştur. Ülkemize gelen mülteciler de bu sayılara dahil mi, günübirlikçilerin oranı nedir, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşları nasıl değerlendirilmeli, turizm gelirlerine turistlerin yaptığı telefon görüşme ücretleri de katılmalı vs. gibi soruların yanıtları, gelen turist sayısı ve turizm gelirleri açısından daha net bir resmi görebilmek adına değer taşıyor. Zaten TÜİK de sene başında, Eurostat ve WTO’nun turizm istatistikleri metodolojisinde son yıllarda yaptıkları yenilikleri dikkate almak suretiyle turizm istatistikleri metodolojisinin güncellendiğini duyurmuştu.

Bir diğer ilginç nokta ise Türkiye’nin sadece turist ağırlayan değil, artık turist yollayan bir ülke konumuna da gelmiş olması. Ortalama refah seviyesinin arttığı, dünya ile daha entegre ve bölgesel bir lider ülke olarak Türkiye’nin doğal olarak Turizm Gelirleri gibi, Turizm Giderleri de hızla artıyor. Benim öngörüm, ödemeler dengesi açısından bakıldığında bu trendin pozitif etkiyi bir miktar tırpanlayacağı yönünde. Genelde turizm giderlerimizin turizm gelirlerimize oranı 1/6 civarında oluyor. Ancak bu hızla büyümeye devam edersek, bu etki çok da önemli olmayacaktır.

Peki, tüm bunların makroekonomik atmosfere nasıl bir yansıması oluyor? Bazı temel rakamlar bize ipucu verebilir. Bunların başında Turizm Gelirlerinin GSMH İçindeki Payı geliyor. TÜRSAB verilerine göre bu oran 2012’de %3,7 olarak gerçekleşmiş. Bu oran 2000 – 2012 yıllarında öyle fazla değişkenlik göstermiş ki, çok net bir trendin varlığından bahsetmek biraz zor olabilir. Ama milenyum sonrası en yüksek seviyeye 2002 yılında ulaşılmış (%5,4). Son üç senedir %3,5 civarlarında bir seyir var.

Bir diğer referans noktası Turizm Gelirlerinin İhracata Oranı. Bir önceki veri ile korelasyon da göz önünde bulundurulursa durum benzerlikler taşıyor. 2012’de bu rakam 19,2. Söz konusu dönemde %34’lere çıktığı da olmuş, 17’lere düştüğü de. Ve gelelim TÜRSAB’ın paylaştığı verilerden en ilgi çekici olanına: “Turizm Gelirlerinin Dış Ticaret Açıklarını Kapama Payı”. Son 7 seneye bakarsak bu oran düşüş trendinde. Sebebi ise her ne kadar turizm gelirler artıyor olsa da; dış ticaret açığının çok daha hızlı artıyor olması. Kriz dönemlerinde frene basıldığı için bu oran artış gösterir. 2012’de ise bu oran %43,75 olarak gerçekleşmiş. Yunanistan’da epeydir devam eden kriz ortamında, turizm gelirlerinin bir nebze de olsa nefes alınmasını sağladığını unutmayalım.

Sektörün ekonomideki dengeler açısından önemi ve ülkeye katkısı, son 30 senede yapılan devasa yatırımlar ve yaratılan istihdam, dünyada geldiğimiz iddialı konumun hepsini düşününce neden BİST’te işlem gören 219 hisse senedinden sadece 10 tanesi turizm sektöründen diye kendine soruyor insan. Yani kote şirketlerin %5’i bile değil. Üstelik BİST’teki performansa bakıyorum da; sektörde 2013’ün ilk 9 ayında 10’a yakın kayıp var, yıllık kayıp ise %0,77.(Fikir vermek adına BİST’te ilk 9 aylık kaybın %4; yıllık kazancın ise 11,61 olduğunu hatırlayalım)

Acaba sektöre karşı piyasalarda bir güven eksikliği mi var? İleride bunu daha iyi gözlemleyeceğiz. Türk ekonomisi turizm üzerine kurulu değil, olmamalı da. Ancak turizmden çok daha fazla gelir yaratmalıyız. Sadece gelir değil, sektörün karlılığı da artmalı. 2013’ün de yeni rekorlar ve cesaret verici rakamlar ile kapanması dileğiyle…

Analitik finansçılara veda, stratejik finansçılara merhaba

25 Oct

Finans denilince hemen insanın gözünde uçuşan rakamlar, Dolar – Euro simgeleri, aşağı – yukarı eksenli ok resimleri vs. canlanır. Ama gerçekten de “modern” finans bundan mı ibaret? En azından artık böyle bir dünyada mı yaşıyoruz? En son söyleyeceğim şeylerden birini baştan söyleyeyim: Başlık sakın sizi yanıltmasın, finans profesyonelleri için analitik olmak halen şart, hatta oldukça da popüler. Ama aslında sadece daha stratejik davranabilmek adına… Yani eskiden bir amaç gibi algılanan şey, artık bir araç.

Rakamlarla yönetmeye evet, rakamların bizi yönetmesine ise hayır!

Peki, nedir bu “stratejik finans” dediğimiz şey?

Yepyeni bir buluştan bahsediyor değiliz. Yıllardır CFO’nun ve modern finans fonksiyonunun evrim geçiren rollerini masaya yatırdık durduk. Bilhassa diğer iş birimleri için oynadığı “iş ortağı” rolüne vurgu yaptık. Ama son birkaç yılda bazı jargonlar ve  kavramlar; daha teorik gözüken noktalar tam yerlerine oturdu; daha da özümsendi. Zaten hepimizin bildiği “CFO’lar, CEO’ların sağ kollarıdır” efsanesi var. Efsane mi, gerçek mi diye sorarsanız; bunun yanıtını hakkaniyetle verebilmenin en iyi yöntemi, finans fonksiyonunun gerçekten de kurum içerisinde hangi finans dışı alanlarda, hangi spesifik konularda aktif olarak katılım ve katkı sağladığını masaya yatırmak olur. Bunu yaptığımda, gerçekten de etkileyici bir liste ile karşılaştım.

Listemde, özellikle CEO-Genel Müdür kademesi ile sıkça dirsek teması yaşanan epey bir alan var. Bunlardan bazıları:

Stratejik Hamleler: Halka Arz / Satın Alma / Birleşme / Bölünme / Tasfiye / Satış / Büyüme / Küçülme / Farklı Coğrafya – Pazar – Sektörlere Açılma / Önemli Varlık Alım – Satımları vb.

Stratejik Planlama, Performans ve Karar Destek: Karlılık vb. Analizler, Yönetim Raporlaması, İş Planı, Bütçe ve Tahminleme, Analitik Raporlama, Kurumsal Performans Yönetimi

Yatırımlar: Fizibilite, yatırımlarım geri dönüşü, teşvikler ve diğer mevzuatlar, lansman / pre-lansman / yeni ürün – hizmet geliştirme, arge-ürge harcamaları takibi, fayda analizi

Yatırımcı İlişkileri: Dış raporlama, derecelendirme, mali itibar, hisse performansı vb.

Kurum Değeri: Değer zinciri, kurum değerine katkı, takip ve ölçüm

Tabi diğer fonksiyonlarla güç birliği yapılan alanlar da eklenince resim iyice büyüyor. Sadece bazı örnekleri paylaşmak gerekirse:

Ticaret: Fiyatlandırma, promosyon, pazarlama harcamalarının geri dönüşünün analizi, gider kontrolleri, müşteri Finansmanı, tedarikçi finansmanı, tahsilat, gelir güvence

Operasyon ve Tedarik Zinciri: Maliyet yönetimi ve optimizasyonu, gider kontrolü, finansal verimlilik ölçümü vb

İthalat ve İhracat Operasyonları: Yurtiçi-dışı gümrük, döviz rejimi ve diğer benzeri mevzuatlara uyum, takip ve finansman vb.

Hukuk: Kontratlar (finansal koşullar), bilanço ve bilanço dışı hukuksal riskler

İç Kontrol ve İç Denetim: Mali kontrol ve disiplin, mevzuat takibi ve uyum, harcama analizleri, kurumun finansal sağlığı vb.

Kurumsal Risk Yönetimi: Finansal riskler, diğer risklerin finansal etkileri, risk – getiri dengesi

İşletme Sermayesi Yönetimi: İşletme Sermayesi optimizasyonu (Alacaklar, Borçlar ve Stoklar)

Piyasa ve Rakip Analizi: Ülke, Pazar, bölge, rakipler için Finansal kıyaslama ve analizler, istihbarat çalışmaları vb.

Varlık Yönetimi: Gayrimenkul yönetimi, tesis yönetimi, kiralama, değerleme vb.

İnsan Kaynakları: Özlük hakları, Seyahat ve Masraf Yönetimi vb.

Bilgi Teknolojileri ve Kurumsal Hafıza: Ana veri yönetimi, bilgi yönetimi, doküman yönetimi, yazılım projeleri, arşivleme ve yedekleme, raporlama vb.

Sektörden sektöre, şirketten şirkete bazı değişiklikler gösterse de, ve bu liste çok daha uzatılabilecek bir liste olsa da aslında sırf yukarıda sıraladıklarımız bile mali işlerin aslında şirketin içerisindeki etki alanının genişliği ve derinliği hakkında bize önemli bir ipucu veriyor. Buraya kadar her şey güzel…

Kritik soru ise bu işbirliğinin şirketlerde ne derece başarı ile işletilebildiği. Her birimiz ayrı bir siloda mı çalışıyoruz, yoksa ortak hedeflere doğru yüzen bir filoda mı? Unutmayalım ki güçlü bir finans fonksiyonu olmadan, güçlü bir şirket olunmaz. Bu da ancak filoyu yüzdürmeyi başaran şirketlerde mümkün olur…

Bir kartvizite sadece 1 dakika bakarak, o şirketi tanıyabilirsiniz

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Bir kurumun kültürü ve vermek istediği mesaj hakkında bilgi sahibi olmak için, o şirkette çalışan birkaç kişinin kartvizitine şöyle bir iki dakika göz atmak inanın kâfi olacaktır.

Bir FMCG şirketinde örneğin, kartvizit üzerinde o şirketin adı kadar; sahip olduğu markaların ön plana çıkması çok tanıdık bir durumdur. Dijital Barkod, sosyal medya adresleri gibi unsurlara teknoloji dostu şirketlerde sıkça rastlanır. Geri dönüşebilir malzeme kullanılmış ise, burada sosyal sorumluluk olgusunun şifreleri açıktır. Büyük bir logo, kurumsal egoya da işaret eder. Reklam ajanslarında daha renkli, daha “sıcak” tasarımlar dikkat çeker. İşte geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıda, konu dönüp dolaşıp bir anda kartvizitlere geldi. Kurumsal yaşamın içerisindeki kişiler olarak; bu küçücük şeylerin aslında hayatımızda kapladığı yerin ne kadar büyük olduğunu görmek gerçekten de ilginç. Daha da ilginci, uzun yıllardır pek kabuk değiştirmemiş olan bu nesnelerin de en sonunda teknolojinin iteklemesiyle geçirdiği evrim.

Ülkeden ülkeye değişiyor olsa da aslında kartvizitlerin boyutları öyle birbirlerinden abartılacak derecede farklı değil. Sonuçta en büyüğünü bile getirseniz, hepsi gayet sınırlı alana sahip küçük birer obje. Gelin görün ki, o sınırlı alana her geçen gün yeni bir şeyler sığdırılmaya çalışıyor. Aslında açıklaması basit: Teknoloji ile iletişimin kesiştiği birçok öncü buluş kendine kartvizit üzerinde bir yer buluyor. Bunların ilk örnekleri telefon (sabit hat)-teleks-faks üçlüsü idi. Bunlardan önce teleks resmin dışında kaldı; şimdilerde de artık faksın raf ömrü doluyor diyebiliriz. Sabit telefon ise her ne kadar adı gibi sabit kalsa da cep telefonları daha ön plana çıkmaya başladı. Gidenlerin yerini önce cep telefonu – e-posta adresi – web sayfası triosu aldı. Sonra ikinci dalga geldi: Sosyal medya! Artık çoğu kartvizit sosyal medya dostu; en azından biraz “sosyal medya soslu”.

Bir kartvizitin üzerinde nelerin olabileceğini düşününce, insan hayrete düşüyor:
1.Şirketin ismi ve logosu,
2.Kişinin ismi ve unvanı,
3.Kişinin sertifikaları & tahsil durumu (Dr., PhD, MBA, SMMM, CIA, CMA vb.),
4.Kişinin iletişim bilgileri (Adres / Telefon No – Sabit hat + Direkt, Santral / Cep Telefonu No / Faks No / E-posta Adresi)
5.Şirketin sosyal medya adresleri (Web sayfası / Facebook / Twitter / LinkedIn / Youtube vs.)
6.Dijital Barkod, Microsoft Tag vb.
7.Diğer görseller (Fotoğraf – çok yaygın değil)
Bazı şirketlerde ayrıca aşağıdaki detaylara rastlamak da mümkün:
1.Markaları (logo)
2.Şirketin Mottosu (örnek: “çözüm ortağınız”)
3.Ön plana çıkarmak istediği diğer web sayfaları (yan kuruluş vb.)
4.İlgili / bağlı olduğu holding
5.O yıla özel bir slogan (örnek: “40.yıl”)

Bir de birden fazla dil konusu var. İstisnai durumlar hariç, Türkçe ve İngilizce şeklinde. Tabi bunca keşmekeş içerisinde de aynı şirkette çalışan insanların kartvizitlerinde bir standart tutturmak bazen büyük beceri gerektiriyor. Aksi halde kurumsal kimlik projeleri için harcanmış bedellerin üzerine bir bardak soğuk su içmek zorunda kalınıyor.

Unutmayalım ki kartvizitler iş dünyasında halen önemli bir pazarlama ve ilişki yönetimi aracı. Pazarlama da önemli ölçüde dijitalleşmeye başladığına ve teknoloji ile sinerji maksimize edilmeye çalışıldığına göre, kartvizitler de bu süreçten doğal olarak nasiplerini alıyorlar. Ayrıca işin ilginci, şu anda kartvizitlerle ilgili karşı karşıya kaldığımız belki de en büyük soru ve sorun, bunca detayın bu kadar sınırlı bir yüzeye nasıl sığdırılabileceği; tüm bu karmaşık resmin yarattığı görsel kirlilik.

İşte bu noktada devreye Dijital Barkodlar (diğer ismiyle QR Kod) giriyor.Her ne kadar öncelikli kullanım amaçları mobil pazarlama olsa da, bu duruma bir çeki düzen vermede de faydalı oluyorlar. Dijital olarak elde edilebilecek bazı verileri kodun içine yerleştirmek, daha minimalist bir kartvizit tasarımı yapabilmek ve hepsinden de güzeli bu sayede başta cep telefonları olmak üzere mobil cihazlar ile bu veriyi rahatlıkla erişilebilir – saklanabilir hale getirmek. Akıllı telefonların neredeyse tamamıyla dominant olduğu bir dönemde, bu süreç daha da hızlanacaktır.

Kartvizitlerdeki bu “görüntü kirliliği”nin baş aktörü olan teknoloji, akabinde de bunu ortadan kaldıracaklar çözümleri beraberinde getiriyor. İşte bu yüzden, teknolojiyi seviyorum…

Kendi Kendine Yetebilen 7 Ülkeden Biri

25 Oct

Her x-jenerasyonu vatandaşımızın okul hayatında unutamadığı, adeta efsane olmuş bir ifade vardır: “Türkiye, dünyada kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biridir”.Kulağa son derece güzel gelen bu söylemin altı ise, tam doldurulamamıştır. Acaba “kendi kendine yetebilirlik” ile tam olarak kast edilen nedir? Şahsen merak ettiğim şeylerden biri de, diğer 6 ülkenin hangileri olduğu idi.

Sonuçta birçok kişi bunu haliyle “gıda üretimi”ne yordu. Gıdanın da özellikle tarımla ilgili kısmına. Dönem dönem bu söylemin tekrar popüler hale gelmesinin ise birçok sebebi var. Bunların içinde GSYH’da tarımın payının hızla azalması; net ihracatçı olduğumuz bazı ürünlerde bir anda önemli bir ithalatçı haline dönüşmemiz; dünya ticaretinde işlenmiş gıdanın katma değer sonucu artan ağırlığı; Avrupa Birliği üyeliği sürecinde Türk tarımının, bilhassa teşviklerin sürekli sorgulanması; üretimde verimlilik konusunda gelişime duyulan ihtiyaç ve bunun karşılığında insan sağlığı ile ilgili endişeler sayılabilir.

Belki de ilk sorulması gereken soru, “Türkiye’nin halen bir tarım ülkesi olup olmadığı”dır. Tarımın GSYH’daki payı %9,3 (2012). Bu rakam tahmin edebileceğiniz gibi gelişmiş ülkelerinkine göre yüksek, gelişmekte olan ülkelerinkiler ile benzer. Bu tabloya bakıp da “Türkiye bir tarım ülkesidir” çıkarımı yapmak yerinde olmaz. Tarımın ekonomideki ağırlığına bakıldığında; ülkemiz ne ilk ne de son sıralarda. Sektörün büyüme oranına bakıldığında da keza öyle… Yarattığı istihdamı da düşünürsek halen ekonominin can damarlarından biri; ama eskisi kadar odaklı da değiliz tarıma. Örneğin, ekili alanlar 2008-12 gibi kısa bir dönemde kayda değer oranda (%3) küçüldü. İstihdama ise daha geniş bir zaman diliminde bakalım: 2000-2012 yılları arasında çiftçi sayısı 7.8’den 6.1 milyona inmiş. Söz konusu döneme baktığımızda buğday, mısır, arpa, ayçiçeği gibi birçok tarla ürününün üretim miktarları yükselirken; sebzelerde üretimi artan da var, azalan da. Meyvelerde, zeytinde,  çayda bariz üretim artışı görülüyor. Kuşkusuz meyve suyu, zeytinyağı gibi işlenmiş gıda ürünlerinin üretimindeki artış ve ihracat iştahı bu trendi destekler nitelikte. Belki de en merak edilen şey “Organik tarımın nereye koştuğu”. Ekili alandaki %420’lik artışa paralel bir şekilde, organik bitkisel üretim bu 4 senelik zaman diliminde tam %330 artmış.

Türkiye dünya üretiminde fındık, incir, kayısı, kirazda 1. sırada. Kestane, karpuz, kimyonda 2. sırada. Elma, çilek, salatalık, fıstıkta ise 3. durumda. Fasulye, nohut, zeytin, çay, domates, patlıcan, ıspanak, ceviz, vanilya üretiminde de ilk 5’de yer alıyor. Üzüm, portakal, şeftali, badem, limon, kivi, soğan, çavdar, arpa ve buğday ise ilk 10’da olduğu ürünlerin sadece bir bölümü. Ama belki de işin daha ilginç tarafı, Avrupa Birliği’ndeki bazı büyük ülkeler (özellikle İspanya, İtalya ve Fransa) başta olmak üzere; sebze-meyve-kuruyemiş-tahıl üretiminde ilk 10 sırada azımsanmayacak bir “gelişmiş ülkeler” ve “BRIC” ağırlığı var. Türkiye dünyada toplam tarım üretiminde değer olarak 8. sırada. Üzerinde yer alan 7 ülke ise BRIC ülkeleri ile ABD, Endonezya ve Japonya.

Gelelim şu kendi kendine yeten 7 ülke konusuna. “Kişi başına düşen günlük kalori arzı” diye bir ilginç istatistik var ve ülkemiz gerçekten de ilk 7’de! (5. Sıradayız) Diğerlerini de sayayım: Avusturya, ABD, Belçika, Kuveyt, Yunanistan ve İrlanda. Belki de bu veya benzer bir argümana dayalı bir söylemdi yıllar önceki. Ama artık küresel ekonomide ülkeler sadece kendilerine değil, dünya pazarına yetmeye bakıyor. Hele hele dış ticaret dengesindeki hassasiyet ve artan nüfus bir arada olunca…

Dış ticaret açığından mustarip olduğumuz için bu gözle bakarsak; 2012 yılı Tarım-Gıda Ürünleri ihracatımızın, ithalatımızı karşılama oranı yüzde 144. Ancak tarımsal hammaddeler de dikkate alınırsa %98. 2002 senesinde bu oranlar sırası ile yüzde 192 ve yüzde 102’imiş. Sanırım bu da trend hakkında bizlere bir fikir verecektir.

Hangi ürünleri üretmek daha ön plana çıkıyor peki? Çok amaçlı kullanımı olan (endüstri bitkileri vb.), dünya piyasasında aranılan, rekabet avantajımız olan, hem iç hem dış piyasaya hitap edebilen ürünleri üretmeliyiz tabii ki. Sadece ham veya taze değil; işlenmiş gıda ürünlerine de odaklanmalıyız. Ve tabii ki tüm bunların ötesinde varsa yoksa verimlilik…

Öte yandan güzel gelişmeler de oluyor muhtemelen büyük çoğunluğun haberdar olmadığı. Örneğin soya fasulyesi üretiminde dünyada ilk 10’da değiliz. “O kadar üründe destan yazmışız; soyada yazmasak ne fark eder?” diyebilirsiniz. Yanıtı basit: 2005-12 yılları arasında soya fasulyesinin fiyatı dolar bazında yüzde 144 arttı. Soya yağındaki fiyat artışı ise yüzde 133…

Ancak 2010 yılı verilerine göre dünyadaki en verimli soya fasulyesi çiftlikleri hektar başına 3.7 ton üretim ile Türkiye’dekilerdi. Tabii bu yeterli değil. Aynı dönemde fiyatı en çok artan diğer tarım ürünleri mısır, buğday, palmiye yağı, şeker, çay, pirinç, hindistancevizi yağı, kahve, kakao. Ve daha önce paylaştığım rakamları da hatırlarsak; bunların çok azında ülkemiz önde gelen üreticiler arasında. O yüzden ne kadar ürettiğimiz kadar, ne ürettiğimiz ve nasıl ürettiğimiz de önemli. Doğru tarım politikaları ve stratejileri, hepimizin geleceği için kritik…

2013 Yılında Ekonomi İle İlgili Vatandaş En Çok Neleri Merak Etti?

25 Oct

İlginç şey şu ekonomi… Nereden baksanız farklı görünüyor. Kamu, iş dünyası, halk, yabancı yatırımcılar; herkesin perspektifi farklı. Örneğin sokaktaki vatandaşın gündemi ile ilgili bir fikir verecekse eğer; Google’daki arama başlıklarında ekonomiyi ilgilendiren 2 tane başlık var 2013 yılının il 10’nunda. İlki listenin 3. sırasında yer alan “Altın Fiyatları”. İkincisi ise hemen onu takip eden 4. sıradaki “İŞKUR”. Listenin heterojenliği adına fikir vermesi için paylaşıyorum; ilk 10’da e-okul, ÖSYM, Rüya Tabirleri, Gangnam Style, Pepe vs. de var. Hem 2013, hem de 2012’de ilk 10’da olan 3 başlığa rastlıyoruz: e-okul, ÖSYM ve İŞKUR (Geçen sene 8. sıradaymış).

Yılın bu son yazısında vatandaşın en çok araştırdığı iki konuya eğilmekte fayda olabilir diye düşündüm: Altın ve İşsizlik… Önce listeye yeni giriş yapan altın ile başlayalım. World Gold Council’in yalancısıyım; Kasım – 2013 itibariyle Türkiye’nin altın rezervleri dünyada 13. sırada. Hatta birer ülke olmadıkları için; listede üzerimizde yer alan IMF ve Avrupa Merkez Bankasını da elersek; 11. sıradayız. Buradan hareketle 2012 toplam altın dış ticaretine bakıyorum; 2010 ile karşılaştırıldığı neredeyse 5 misli bir artış var. 4,5 milyar ABD Dolarından 21 milyara çıkmış tutar. 2013 için de benzer bir rakam bekleniyor. Bunun altında yatan sebeplerden biri enerji ithalatımızın bir kısmını altın ile geri ödüyor olmamız. Ama halkımızın bu sebeple altın fiyatlarını Google’da aradığını sanmıyorum. 2013’de düğün vb. merasimlerde rekor artış olmadığını da dikkate alırsak, nedeni ne olabilir acaba?

2008 Ocak – 2010 Aralık ayları arasında altın fiyatlarındaki artış 0’ün üzerindeydi. 2011 yılında da, altın yatırımcısına %30 kazandırmıştı. 2012’de ise resim değişti. Altın olduğu yerde saydı. O güzel günlerin bittiğinin habercisiydi bu. Ve gelelim 2013 yılına… Sene başından bu yana yaklaşık %30 oranında gerileyen fiyatlar bir yana, altın fiyatlarında tam 13 yıl aradan sonra ilk kez yıllık bazda düşüş ile karşı karşıyayız. Bunun altında yatan temel sebeplerden biri olarak neredeyse herşeyde olduğu gibi FED’in politikaları da gösteriliyor. Doğal olarak, halkın sınırlı bir bölümü global ekonomik piyasalar konusunda ilgi ve bilgi sahibi. O zaman nereden geliyor bu altın ilgisi? Yanıtı basit. Türkiye’de yastık altındaki altınların değeri hakkında herhangi bir kaynağı gönül rahatlığı ile referans almak kolay değil. Çeşitli kurum ve kuruluşların öngörüleri mevcut. 300 Milyar ABD Doları gibi bir rakamdan bahsediliyor. Bu rakam oldukça ciddi bir büyüklük ve potansiyel olarak çok daha fazla da olabilir. Çünkü güvenli liman olarak itibar edilen altının, Türk halkının gönlünde hep özel bir yeri olmuştur. Gelin görün ki; tüm alternatif yatırım araçları ile mukayese edilince, son 2 senenin net mağlubu da altın. Elde epey bir altın var. Böyle olunca tabii, dünyadaki Bitcoin merakının aksine, bizde herkes altın fiyatlarını takip eder olmuş durumda.

Gelelim ikinci arama konusuna: İŞKUR. Tabii bu kelimeyi duyunca da akla ilk gelen şey, iş arayışında olan insanlarımız. 2012 verilerine göre Türkiye’de nüfusun işgücüne katılımının en düşük olduğu ülkelerden biri. Burada da geçmiş yıllara bir göz atarsak; ülkemizde 2011 yılındaki işsizlik oranı, 2010’a göre 2,1 puan azalma ile %9,8’e gerilemişti. TÜİK verilerine göre 2012’de düşüş devam etti ve bu sefer oran %9,2 olarak gerçekleşti. 2013 Eylül ayı itibariyle oran tekrar %9,9’a yükseldi. İşsizlikle ilgili istatistikleri daha derinlemesine okumak ve bu yüzden mevsim etkilerinden arındırılmış istihdam ve işsiz rakamlarına, kayıt dışı çalışanların sayısına, tarım dışı işsizlik oranına vs. de bakmak yerinde olacaktır. Ancak İŞKUR’u Google’da 8.likten 4.lüğe taşıyan sadece genel olarak işsizlikteki artış ile açıklanabilir mi? Öncelikle kentsel alanlardaki işsizlik ile kırsal yerlerdeki işsizlik oranlarını mukayese ettiğimizde, son dönemlerdeki trend ilkinin diğerinin hep 2 katı civarında seyrettiği yönünde. Yani interneti daha yoğun kullanan kentli işsiz nüfus bunun bir açıklayıcısı olabilir. Ama daha çarpıcı olan genç nüfustaki işsizlik oranının son 1 senede ’lerden, %20’lere dayanmış olması. Dünyada da işsizlik oranı olarak ilk 50 ülkenin hemen altındayız. Ama genç nüfus işsizliği dikkate alınınca ilk 40 içerisindeyiz. Tabii ki bu oranlar işsizliğin büyük bir problem olduğu ülkelerde çok daha yüksek. Örneğin İspanya’da, genel oran %20’lerin üzerinde seyrederken; gençlerdeki oran %45’ler düzeyinde. Belli bir birikimi olmayan, iş hayatına yeni atılmış veya atılmak üzere olan genç insanlarımız için dikkat çekici bir gösterge. İnterneti daha fazla kullanan gençlerimizin kendilerine bir gelecek sağlayabilmek adına, başta kamudaki istihdam kanalları olmak üzere farklı mecralara açılan bir kapı olarak gördükleri İŞKUR’a ulaşmak istemeleri sonucu bu kurum da popülerliği günden güne artan bir arama konusu haline gelmiş durumda.

2014’ün başta gençlerimiz olmak üzere iş hayatına atılmak isteyenlerin bu emellerine kavuştuğu, altın yatırımcılarının da kayıplarını telafi ettikleri bir yıl olması dileğiyle. Bakalım 2014 Google arama listesinde ekonomiden hangi başlıklar olacak…

Orta Gelir Tuzağına Bambaşka Bir Pencereden Bakış

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Gelişmekte olan ülkelere musallat olmuş bir hastalık, Orta Gelir Tuzağı.. En basit tanımıyla bir ülkenin kişi başına düşen milli gelir seviyesinde yükselme trendinin sonlanıp daha yatay bir seviyede seyretmesi… Tabii bu bir sonuç. Sebeplere dönüp bakarsak en başta rekabetçiliğin kaybedilmesi yatıyor. Tarım toplumundan sanayii toplumuna geçerken verimlilik de artıyor ve bu ilk etapta gelire hızla yansıyor.  Ancak öyle bir noktaya geliniyor ki, hem katma değeri düşük ürünlerde daha ucuz iş gücü sunan ülkeler ile; hem de teknoloji ve yenilikçiliğe dayalı ürünlerde daha başarılı ülkeler ile yarışmak gittikçe güçleşiyor.

Dünya Bankası kişi başına düşen milli gelir istatistiklerini baz alarak; sizin için ufak bir karşılaştırma yaptım. Tam krizden bir önceki seneden itibaren bizimle bazı açılardan aynı “lig”de yer alan ve başlangıç değerleri birbirlerininkine yakın 5 ülkeyi, Türkiye ile birlikte inceleyelim…

Bin USD    2007     2008       2009     2010       2011      2012      Ortalama
Türkiye     9.312    10.397    8.626    10.135    10.605    10.666    9.957
Brezilya    7.194    8.623      8.373    10.978    12.576    11.340    9.847
Rusya      9.146    11.700    8.616    10.710     13.284   14.037    11.249
Meksika   9.191    9.560      7.691    8.885        9.717     9.749    9.132
Şili         10.383    10.672  10.120    12.685    14.513    15.452    12.304
Malezya    7.218    8.460     7.278    8.754      10.058    10.432    8.700

Bu rakamları değerlendirirken, doğal kaynaklar açısından daha şanslı olan ülkelerin bu avantajlarını da tabii ki unutmamak lazım. Performans açısından ise Şili sanki tuzaktan çıkışı bulmuş gibi gözüküyor.

Türkiye şu anda bu tuzağa yakalandı mı diye merak ediyorsak, en azından şu göstergeleri (anlıktan ziyade yıllar bazında trend olarak) incelemeliyiz: Sanayi üretimindeki değişim yüzdesi, işgücüne katılım ve işsizlik oranları, cari açık, ülkeye para giriş çıkışları, tasarruflar ve yatırımlar.  “Mili Gelir Artışı / İhracat Artışı” oranı da epey fikir verecektir.

Peki tek tuzak Orta Gelir Tuzağı mı? Hayır. Zaten herşeyi daha da ilginç kılan zaten bu. Şimdi diğer tuzakları tanıyalım:

-Yoksulluk Tuzağı (Poverty Trap)

Yoksulluk tuzağı, ulusal seviyede yoksulluğun nesilden nesile adeta bir genetik miras gibi aktarıldığı durumlar için kullanılan bir tabir. Eğer bu döngüyü kırabilecek hamleler yapılamıyorsa işte o zaman orta gelirli ülkeler veya gelişmekte olan piyasalar ligine yükselemiyorsunuz. Haliyle herşeyin başlangıcı sermaye. Sermaye bulunursa, çıkış yolu da bulunabiliyor. Ancak yoksulluk tuzağından çıkış için reçete sadece ekonomide yapılacak reformlar değil. BM İnsani Gelişmişlik Endeksinde temel belirleyici olan bazı sosyal alanlarda da atılım yapmak şart: Eğitim, sağlık, altyapı, çevre diye başlayıp listeyi uzatabiliriz. Bazı ekonomistler, gelişmiş ülkelerden gelecek yardımların yeterli düzeyde olması durumunda sermaye başta olmak üzere yukarıdaki alanlarda gelişim sağlanabileceğini savunuyorlar. Ancak yardımın tutarı, yöntemi (nakdi – ayni) ne olacak, nasıl kullanılacak, ne kadar sürekliliği olacak gibi birçok kritik belirleyici de söz konusu. Kısa vadeli enjeksiyonlar değil, uzun vadeli yapısal reformlarla sürdürülebilir başarı sağlanabilir.

-Refah Tuzağı (Welfare Trap)

Tüm tuzaklar arasında benim açık ara favorim “Refah Tuzağı”. Yoksullukla mücadele ve toplumun genel refah seviyesinin yükseltilmesi batılı ülkelerin uzun süredir önemli mesafeler katettikleri bir alan. Ama son dönemlerin çok tartışılan konusu şu: Acaba biraz fazla mı ileri gittiler? Bu ülkelerde sosyal güvenlik sistemi ile hayatlarını sürdüren çok sayıda insan var. İşsizlik fonu ile geçinmek, hele hele küresel ekonomideki uzatmalı türbülans ikliminde ilk bakışta gayet anlaşılır bir durum. Peki ya öyle bir noktaya gelinir de, bu insanlar iş bulabilecek olsalar bile işsiz kalıp fon ile yaşamayı sürdürmeyi tercih ederlerse? Eldeki sosyal faydalara veda etmek anlamına gelir kaygısıyla buldukları işleri dahi geri çeviriyorlarsa? Üstelik sağlanan imkanları sadece doğrudan nakit ile sınırlı düşünmemek gerekiyor. Örneğin tıbbi yardımlar gibi birçok farklı destek de sunuluyor. Haliyle vergi de vermiyorlar. Böyle olunca da gönüllü işsizler diye, işvereni de sosyal devlet olan bir topluluk ortaya çıkıyor. Burada bir sayı vermek çok kolay değil, ama bazı istatistiklere de dayanan ortak kanı; problemin bu tarz bir tercihe yönelenlerdeki sayının artışı olduğu için önem arz ettiği. Canla başla çalışan, vergisini veren bireylerin gözüyle resme baktığınızda toplumsal bir gerilime çanak tutabilecek potansiyele sahip bir durum.

İşte bu sebeple, Refah Tuzağı şimdiden batılı parlamentolarda siyasi tartışmalar arasında öncelikli konular arasına girdi. Amerika, İngiltere ve birçok Avrupa ülkesi bunu konuşuyor. Çözümü de öyle kolay değil. Çünkü geçmişte epey çetrefilli modeller kurmuşlar. Geriye dönük düzenlemeler yapmak sadece bu modelin karmaşılığından değil, siyasi aritmetiğin zorlu patikalarından da geçiyor.

Sonuç:

Bizden fakir ülkelere bakıyorum: Yoksulluk Tuzağı çok daha ürkütücü geliyor. Bizden zengin ülkelere bakıyorum, Refah Tuzağı gibi absürd denilebilecek bir durumun içine düşmüşler. Biz de kendi tuzağımızı çok güzel bulmuşuz: Orta Gelir Tuzağı.  Gene de insan diğerleri ile mukayese edince, “İlla ki bir tuzak varsa, bari Refah Tuzağı olsun” diyor. Çünkü tuzak parantezine de alsak önemli olan başına gelen o ilk kelime, daha net bir tanımla: Yoksul – Orta Halli – Zengin.

Tüm bu tartışılanlar beni çok uzun yıllar öncesine, okul yıllarına kadar götürdü. Biraz Keynescilik gibi olacak ama eskiden oturup likidite tuzağını konuşurduk. Şimdi ekonomideki tuzaklar bile değişti. Bakalım yarın hangi tuzakları önümüze serecek…

Türk firmaları 2014’te dümeni iyice yurtdışına kırıyor

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Herkes aynı şeyi söylüyor: 2014’te yeniden gelişmiş ülkelere dönecek. Türkiye’de ise nüfus artış hızı yavaşlıyor. Döviz kurlarında hatırı sayılır bir yükselme yaşadık. Türk işgücü göreceli rekabet avantajını kısmen yitirmiş durumda. İş dünyasında bir kesim ise doygunluk kelimesini sıkça kullanır hale geldi. Şu anki resim, Türkiye’nin müthiş bir potansiyeli olduğu gerçeğini değiştiremez ancak bununla birlikte bu durumun Türk iş adamları için nasıl bir anlamı olabilir? Yanıt basit: Özellikle, büyümek isteyen firmaları artık yurtiçi tek başına mutlu edemeyecek.

Şartlar böyle olunca, bir yandan gelirleri arttırmak, bir yandan da risklerini azaltmak isteyen firmalarımız için yurtdışına açılmak ve faaliyet gösterilen pazarları çeşitlendirmek birincil öncelik haline geldi. Ancak bu atılımı sadece klasik ihracat sınırları içinde tanımlamak gerçekçi gözükmüyor. En azından rakamlar bunu söylüyor bize. Nitekim 2012’de 153 milyar ABD Dolarına dayanan ihracat, 2013’de yaklaşık 152 milyar olarak gerçekleşti, yani durağan bir seyir izledi. Tüm ekonomisini ihracat üzerine modellemiş ülkeler var, orada rekabet kıran kırana. Diğer yandan, artık şirketlerimiz yabancı ülkelerde yaptıkları doğrudan yatırımlar ile dikkat çekiyorlar.

Bir zamanlar Avrupa’ya misafir işçi olarak giden vatandaşlarımız küçük işletmeler kurmuşlardı. Daha sonra bunu yurtdışında ihaleler alan inşaat firmalarımız izledi. Şu anda ise bambaşka bir görüntü ile karşı karşıyayız. Artık her alanda ciddi sınır ötesi yatırımlara imza atılıyor. En gözde sektör de hazır giyim perakendeciliği. Az buz değil… 100 civarı ülkede 3.000 kadar mağazadan bahsediyoruz. Kimbilir… Belki de 38 Milyar Dolar serveti ile dünyanın en zengin beşinci kişisi olan Inditex’in sahibi Amancio Ortega’yı örnek alıyoruzdur. Bankacılık ve finans alanında daha mütevazi bir tablo söz konusu. Turizm ve gastronomi sektöründe (otel, restoran, hatta marina işletmeciliği vb.) yatırımlar son dönemde artış kazandı. Bunun dışında özellikle üretim ve hızlı tüketim malları alanlarında; faaliyet gösterdikleri sektörlerde dünyada, en azından Avrupa’da ilk ona girmiş firmalarımız var. Daha üst sıraları hedefliyorlar ve sadece organik değil, yaptıkları ses getiren satın almalar ile inorganik olarak da yabancı ülkeleri operasyonlarına katıyorlar. Devlet de, başta Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması gibi uluslararası anlaşmalar ve yurtiçinde yaptığı yasal düzenlemeler – teşvikler ile firmalarımıza destek olmaya gayret ediyor.

Eğer doğrudan yabancı sermaye hareketlerini ele alırsak, aslında genelde daha popüler olan Türkiye’ye yapılan girişler. Diğer yandan, son dönemlerde çıkışlar da epey ilgi görmeye başladı. Büyük fabrika yatırımları, açılan mağazalar, satın alınan önemli yabancı markalar, biraz da kamuoyunun gururunu okşadı dersek yalan olmaz. 2008 yılında OECD rakamlarına göre yaklaşık 18 Milyar ABD Doları olan Türkiye’nin yurtdışına doğrudan yabancı yatırım stoğu, 2012 yılı sonunda 30 milyar Dolara merdiven dayamış durumda. (2000 yılında bu rakam 4 milyar Dolar bile değildi). 2008 küresel krizinden sonra bir miktar gerileme trendine girildikten sonra, 2011’de tekrar çıkış yakalandı.

 

Türkiye’nin Yurtdışına Doğrudan Yabancı Yatırımları (Milyar ABD Doları)

2008    2009    2010     2011     2012    2013 (ilk 6 ay)

2.5        1.6        1.5       2.3       4.1            1.4

Ancak diğer OECD ülkeleri ile kıyaslandığında, bu gelişime rağmen halen daha alt sıralarda olduğumuzu görmekteyiz. Tabii ki daha büyük ve daha zengin ekonomiler bu tür yatırımları daha kolay finanse edebiliyorlar. Ayrıca belirli ticaret blokları içerisinde yer alanlar da bu avantajlarını kullanıyorlar. 2000 sonrası Türkiye’nin dünya ligindeki sıralamasına baktığımızda hep 40’lı basamaklardayız. Eğer gerçek anlamda küresel bir oyuncu olmak istiyorsak hem doğrudan yatırım girişlerinde, hem de çıkışlarında daha üstlere tırmanmalıyız. Nitekim Dünya Küreselleşme Endeksinde 139 ülke içerisinde 106. sıradayız. On seneden az bir sürede 10 basamak kadar ilerledik. (Depth Index of Globalization 2013 / Ghemawat). 2012 yılında yurt dışına yapılan doğrudan yatırımlar milli gelirin yüzde 10’una oranında gerçekleşti. Sermaye akımları kriterine göre göreceli olarak daha iyi bir dereceye sahip olmamız (82. sıra) sebebi; daha ziyade yabancıların Türkiye’ye olan yatırımları.

Bir de hangi ülkelere yatırım yapılacağı konusu var. DEİK’in bu konuda yaptığı güncel bir araştırmaya göre en çok yatırım yaptığımız 20 ülke, toplam yatırımların yüzde 78’ine denk geliyor. 2012’deki yatırımlarımızda ise ilk 10 ülke yüzde 90’lık bir hacmi oluşturmuş durumda. Bir yandan da portföyü zenginleştirme adına “farklı ülkelere yatırım”dan sıkça bahsediliyor. Gene de mevcut Pareto aşılır mı, kestirmek güç. Rota hangi ülkeler olursa olsun, 2014 ve sonrası için yurtdışı yatırımlar daha da ivme kazanırsa, bu kimseyi şaşırtmasın.

Güney Kore = Mucize

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Herkes Türkiye ekonomisini konuşurken, biraz konuyu dağıtmak adına bu yazımda Güney Kore’yi mercek altına aldım.

Daha önce G.Kore’yi BRICS ve MIKT ülkeleri ile karşılaştırmış, bu 9 ülke arasında en az nüfusa sahip olmasına rağmen, “Gelişmiş Ülkeler” ligine yükselmiş tek ülke olmasına değinmiştim.

Kişi başına düşen milli gelirde diğerlerine fark atmış durumda. Ayrıca hiçbir kayda değer doğal kaynağı yok. Alan olarak da öyle büyük bir ülke değil. G.Kore deyince çoğumuzun aklına Samsung gelir, Hyundai, LG, Daewoo, Kia gelir. Öte yandan Hyundai’yi otomotiv devi olarak tanımayan yoktur ama daha az kişi Hyundai Heavy Industries diye bir başka firmanın dünyanın en büyük gemi yapımcısı olduğunu bilir. Ya da SK Group’un 2. büyük chip üreticisi, POSCO’nun da 4. büyük çelik üreticisi olduğunu…

Bu kadar çok global markası olan bir ülkenin ihracat odaklı bir büyüme modelini benimsediği aşikar. Bunu yapan ilk onlar da değil. G.Kore, dünyanın en büyük 6. ihracatçısı ve de ayrıca 7. ithalatçısı.

Koreliler ekonomilerindeki bu gelişime “Han Nehri Mucizesi” ismini takmışlar. Adına ister mucize diyelim, ister başka bir şey. Ortada bir başarı hikayesi olduğu yadsınamaz. Peki nedir G.Kore’yi bugünkü imrenilen noktaya taşıyan? İhracattaki başarıysa yanıt, o zaman ikinci soru geliyor akla: Nasıl başarılı oldular ihracatta? “Japonya ne yaptıysa aynısını yaparak” diye yanıtlayanlar var bu soruyu. Bence bu yanıt biraz geçiştirmek olur.

Veyahut şöyle sıralayabiliriz: Marka yarat – ARGE’ye önemli ölçüde kaynak ayır – yenilikçilik ve teknolojiyi en iyi şekilde harmanla – sanayii odağını kaybetme” Bununla yetinmeyip “Merkezden planlanıp; hükümetçe yönetilen bir yatırım modelinden, pazar odaklı bir işleyişe geçmek, finansal piyasaların reforma tabi tutulması vs.” gibi açıklamalar da yapabiliriz. Bunların hepsi doğru. Ama belki de en dikkat çekici olan, yaptıkları dev serbest ticaret anlaşmaları. 2007 yılında ABD, 2009’da ise Avrupa Birliği ile. Bir de Avustralya ile olan var. İhracatta da, ithalatta da yaklaşık hacmin yarısını kaplayan aynı 3 ülke aslan payına sahip: Çin, ABD, Japonya. Kim bu üç ülke? Dünyanın en büyük 3 ekonomisi. “Büyük oynamak” bu olsa gerek.

Sanmayın ki her şey Koreliler için hep güllük gülistanlıktı. Son 100 seneye baktığımızda, 1910-45 arası işgal altında geçen; sonrası da tamamen zıt iki ideolojinin yönetimi altında Kuzey ve Güney diye bölünmüş olan Kore’nin; son dönemlerde ekonomisi de büyük çalkantılar yaşadı. 1997 yılında Asya Finansal Krizi patlak vermişti. İşte o yıl, G.Kore ekonomisi için büyük sıkıntı ve şiddetli bir likidite krizi baş gösterdi. (Bazı yönleriyle bizim 2001 krizini andırır) 1998’de ekonomi ciddi anlamda küçülmeye devam etti. Ülkenin önemli bir değeri koskoca Daewoo ayakta kalamayınca yabancıların eline geçti. Haliyle IMF, çeşitli tedbirler, yeniden yapılanma, bankacılık sistemine çeki düzen yani bilindik hikayeler…

Sonra 2008 küresel krizi kapıyı çaldı. 10 senelik büyüme trendi, 4. çeyrekte dönemsel olsa da sona erdi.  Biraz ironik olacak ama para birimleri Won, İngilizce “kazanmış” anlamına geliyor olsa da; krizde Dolara karşı yaklaşık yüzde 35 değer kaybetti. Bu kadar ihracata dayalı bir ekonomi, kimse ithalat etmiyorken nasıl ayakta kalsın? Gene de 2008’i büyüme ile kapattı, 2009’da ise küçülmedi. Hani biz “teğet” diyoruz ya, işte ondan…

Biraz makroekonomiyi geri plana itelim ve gelelim “Kore’yi Kore yapan” bazı çarpıcı gerçeklere. Öncelikle gördüğüm kadarıyla bizim “eğitim şart” sloganımız Kore’de ciddi kabul görmüş. Yüksek öğrenime kayıt yaptıranların oranı açısından dünya birincisi. ARGE dersek, bu alanda yapılan harcamalarda dünyada 7. sırada. GSMH’nın bir oranı olarak bakarsak ise üçüncü. Bu kadar ARGE bir yere varıyor mu? Varmaz olur mu: Patent sayısında dördüncü., kişi başına düşen patentte ise ikinci. Demek ki sonuç alınıyormuş.

Teknoloji ülkesi olunca, yüzde 83 internet penetrasyonu söz konusu. Doğrudur; İzlanda’da bu oran yüzde 95 ancak G.Kore’nin nüfusu 50 milyon kişi, İzlanda’nın ki 320 bin. İnsani gelişmişlik endeksinde de 12. sırada olduklarını belirteyim. Öte yandan G.Kore Strateji ve Finans Bakanlığına göre (bu arada bakanlığın ismine dikkatinizi çekmek isterim), Koreliler haftada 44.6 saat çalışıyorlarmış (OECD ortalaması: 32.8). Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için böylesi bir tablo ile karşılaşıyorlar maalesef. Ama mesele sadece çok çalışmak değil, akıllı çalışmak. Zaten bunu başaran da, sınıf atlıyor.

Ayrıca, tamam çok çalışıyorlar ama ortalama ömürde de dünya 25.si. Bir G.Koreli, bir Alman, İngiliz veya Amerikalı’ya göre daha uzun yaşıyor. Seul Olimpiyatları, Lost gibi fenomen olmuş bir dizinin başrollerinde iki Koreli’nin de yer alması, 2002 Dünya Kupası, Gangnam Style ile dünyayı kasıp kavuran PSY, olimpiyat madalya tablosundaki inanılmaz yükselişleri, Apple ile göğüs göğüse çarpışan Samsung vs… Hiçbir şey rastlantı değil. G.Kore yükselen yıldız. Dünyadaki “marka algısı” oldukça yüksek. Hem de bunu kuzeydeki komşuları ile olan yüksek gerilim hattının gölgesinde ve savunma harcamalarının bütçe üzerindeki önemli baskısına rağmen başarıyorlar.

G.Kore hikayesinden benim 5 temel çıkarımım var:

1) Başarı ancak sürdürülebilir olduğu zaman anlam kazanıyor.

2) Krizler, kötü günler olabilir. Önemli olan çabuk ve asgari hasarla atlatabilmek.

3) Ekonomide başarı, ekonomi dışındaki doğru adımlarla da büyük ölçüde ilişkili.

4) Başaranları takdir etmek de, taklit etmek de oldukça normal.

5) Herkes görür, inceler, deneyimler ve sonuçta kendi başarı hikayesini yazabilir…