Archive | October, 2017

Ukrayna – Türkiye ticari ilişkileri: Dün, bugün ve yarın

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Kuşkusuz son günlerin en çok konuşulan ülkesi Karadeniz komşumuz Ukrayna. 45.5 milyon nüfusu ile Avrupa’nın en kalabalık ülkelerinden biri ve dünyanın 42. büyük ekonomisi (Satın alma Gücü Paritesine göre).

Herhalde bu ülkede bir anket yapılsa ve Ukrayna denilince akla ilk gelen şey sorulsa ağırlıklı yanıt, efsane futbolcu Andriy Shevchenko olur. Ya da belki de Muhteşem Yüzyıl dizisi sayesinde aslen Ukrayna kökenli olan Hürrem Sultan ilk sıraya oturur.

Ancak bu ülke Türkiye için çok daha fazla şey ifade ediyor. Türkiye için bir “Stratejik İş Ortağı” ve iki ülke arasındaki ticarette çıtayı yukarı taşımak bir öncelik durumunda. Nitekim 2004 yılında 3.1 milyar dolar olan hacim; 2008’de 8.3 milyara fırlamış. Üretilen ürün ve hizmetler açısından bakıldığında; bölgede bu iki ülke pek de birbirleriyle rekabet eden ekonomiler sayılmazlar. Onlar bize, hammadde ve yarı mamul satarken, bizden de tüketici ürünleri ithal ediyorlar. Bize benzeyen yönleri de var. Tarım adına devasa verimli topraklara sahip bir ülke. Enerji koridorlarının üzerinde. Batı ile Doğu arasında bir köprü… Ukrayna ile enerji, tarım, metal, madencilik alanlarında büyük sinerjiler yakalanabilir.

2008 krizi ile resim bir anda değişti.

Türkiye, küresel ekonomik kriz öncesi Ukrayna’nın Rusya’dan sonraki 2. büyük dış ticaret ortağı ve en fazla dış ticaret fazlası verdiği ülkeydi. Ama kriz ile her şey değişiverdi. Şu anda 6 milyar dolar seviyesinde olan rakam; 2007 yılını az farkla geçmiş durumda. Burada en büyük etken; Ukrayna ekonomisi ile ilgili genel durum: Ülke, son 2 senedir neredeyse hiç büyümedi. Bu durum da; zaten krizle darbe almış olan iki ülke arasındaki ticaret hacmine doğrudan yansıdı. Bununla birlikte Ukrayna; 2012 yılında; ihracatının yüzde 5.4’ünü ülkemize gerçekleştirdi. Bu ülke için Rusya’dan sonra Türkiye ikinci en büyük ihraç pazarı. Ukrayna’nın ithalatında ise Türkiye ilk 5 ülke arasında yok.  (sekizinciyiz) Dış ticaretlerinde 4. sırada yer alıyoruz ve Ukrayna’nın en fazla dış ticaret fazlası verdiği ülke konumunu da koruyoruz.

Sadece İthalat ve İhracat değil

İki ülke arasındaki ticari işbirliğini sadece ithalat – ihracatla sınırlandırmak yanıltıcı olacaktır. Ukrayna’da irili ufaklı 700’e yakın firmamız faal. Türkiye’nin Ukrayna’ya yaptığı doğrudan dış yatırımlarının miktarına ilişkin ise farklı kaynaklar; farklı bilgiler sunuyor. 200 milyon dolar civarı diyen de var; 1 milyar doları aştığını belirten de. En iddialısı ise bu ülkedeki Türk sermayesinin üçüncü ülkelerden gelen yatırımlarla birlikte 2 milyar doları bulduğu yönünde. Mobilyacılık, perakende, telekomünikasyon, beyaz eşya, lojistik ve gıda gibi birçok sektörde firmalarımız gayet aktif.

İnşaata ise ayrı bir parantez açmalıyız. Bölgede önemli bir ağırlığı olan müteahhitlerimiz ise, Ukrayna’nın bağımsızlığında bu yana; 3 milyar Doların üzerinde toplama ulaşan projeler aldılar. Biten ve halen devam eden bir dolu büyük ve prestijli projeler söz konusu.
Ve tabii ki turizm… THY Ukrayna’da 6 farklı şehre uçuyor. Tüm havayolları dikkate alındığında haftalık  80’den fazla tarifeli seferden bahsediliyor. 1 Ağustos 2012’de vizeler karşılıklı olarak kalktı. Türkiye, Ukraynalılar tarafından en çok tercih edilen turizm destinasyonları arasında 1. sırada. Ukrayna’nın geçen yıl Türkiye’nin toplam turist sayısındaki payı 756 bin 187 turist ile yüzde 2.17 olarak gerçekleşti. Diğer yandan; örneğin Ukrayna’ya Türkiye’den giden turist sayısı 2012’de bir önceki yıla oranla yüzde 55 gibi rekor bir oranda artarak 117.000’e yükselmişti.

Serbest Ticaret Anlaşması imzalanırsa…

Tüm toplam dış ticaretimizde Ukrayna’nın payı yüzde 1 buçuk. Beklenti, bu oranın daha da yükselmesi. İki ülke arasında “Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması” 1992, “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması” ile “Çifte Vergilendirmenin ve Vergi Kaçakçılığının Önlenmesi Anlaşması” ise 1996 yılında imzalandı. Belki bunlar herkesle imzalanan anlaşmalar; ancak Ukrayna bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra imzalanmış olmaları, bu ülkeye verdiğimiz önemi de gösteriyor. 2013 Kasım ayında gerçekleştirilen Türkiye-Ukrayna İşbirliği Toplantısı’nda hedef “yeniden” 10 Milyar dolar olarak belirlendi. “Yeniden” diyorum çünkü bu hedef çok uzun yıllar önce zikredilmişti. Öte yandan; halen Türkiye ile Ukrayna arasında Serbest Ticaret Anlaşması  (STA) imzalanması yönünde çalışmalar sürüyor ve görüşmelerde son aşamaya gelindiği söyleniyor. Bu anlaşma imzalandığı takdirde; çıta daha da yükselecek; hedef 20 Milyar dolar olacak.

Peki ya bundan sonra?

Kuşkusuz şu anda geleceğe dönük bir öngörüde bulunmak kolay değil. Uluslararası Türk Ukrayna İşadamları Derneği (TUİD)’ne göre bu ülkede faal yatırımcılarımız ödemeler ve vadeler konusunda Türkiye’deki tedarikçilerden, krediler konusunda da bankalardan yardım talebinde bulunmaktalar. Ülkede ticari koşullar pek kolay değil. Şirketler ancak 6 gün valörlü olarak döviz satın alabiliyorlar. Döviz alım-satımı Ukrayna Merkez Bankasının sıkı kontrolüyle gerçekleşiyor. Türk turizmciler rezervasyonlardaki düşüşten ve iptallerden dertliler. Kırım hava sahasının kapatılması gibi sebeplerle uçuşlarda da iptaller olabiliyor. Hatta iki ülke arasındaki spor müsabakalarına bile bu durum yansıdı. Gene de “her şey durdu” gibi bir algı kesinlikle ortaya çıkmamalı. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya bu tür durumların neredeyse hiç sonlanmadığı bir bölge ve bu tür zorlukların başgöstermesi de olağan. Bölgemize; bir an önce ve tüm komşularımız için barış gelmesi, bu sıkıntıların bir an önce bitmesi temennisiyle…

 

Futbolda para mutluluk getiriyor mu?

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

“Endüstriyel Futbol” dilimize yerleştiğinden bu yana, kulüpleri belli finansal kriterlere göre sıralamak popüler hale geldi. Bu yazımda benzer bir şeyi, daha farklı bir pencereden yapacağım, hedefim o çok merak edilen “Zengin kulüp, her zaman başarılı kulüp müdür?” sorusunu yanıtlamak. Öncelikle tahmin edebileceğiniz gibi, belli bir seviyede müşterek ya da ilişkili kriterlere dayandıkları için, listeler farklı da olsa; neticeleri benzeşiyor. Baz aldığım 4 farklı liste, bu alanda en itibar görenler. Ayrıca beşinci bir listeden daha faydalanıyorum. O da sportif anlamdaki başarıya göre oluşturulan UEFA sıralaması. Bugün artık futbolla yakından alakalı olmayanlarımız bile çok iyi biliyor ki, bu sektördeki bütçeler inanılmaz. Belki de daha az bildiğimiz, bu alanda “yatırımların geri dönüşü”.  Tabii ki bu sektörde ölçüt sürdürülebilir sportif başarı. Bu sebeple arada ne düzeyde bir ilişki olduğunu ortaya koyabilmek de önem taşıyor. Peki hangi listelerden faydalandım?

1.İlki UEFA Sıralaması (UEFA Team Rankings): En basit anlamda son 5 seneye ilişkin UEFA takım katsayılarını alarak hesaplanıyor. Bu katsayılar da, elde edilen puanlara, o takımı ülkesinin genel katsayısının %20’si eklenerek elde ediliyor.

2.İkincisi artık bir klasik haline gelmiş olan Deloitte Futbol Para Ligi (Deloitte Football Money League): Sektörde herkesin ilk başvurduğu referans olan bu listede, futbol kulüpleri gelirlerine göre sıralanıyor. Bu gelirler de 3 ana kategoride sınıflanıyor: Maç Günü, Yayın ve Ticari. Bu araştırmamda 16. sayı olan Ocak 2013 listesini baz aldım.

3. Üçüncüsü Forbes Futbol Zenginler Listesi (Forbes Football Rich List): Bu sıralama için kriter, kulüplerin geçmişteki işlemleri, piyasa değerleri, borçları, stadyum gibi varlıkları üzerinden hesaplanan değerleri. Forbes bu listeyi 2007 yılından beri yayınlıyor.

4.Dördüncüsü Transfermarkt Kadro Değerleri (Transfermarkt’s Squad Value): Bu listenin mantığı, takımda yer alan oyuncuların piyasa değerlerinin toplanması sonucu ortaya çıkan toplam kadro değeri.  (2013 yılındaki durumu yansıtıyor)

5.Son listemiz ise Brand Finance’s Football 50. Dünyanın en değerli futbol markalarını sıralıyor. Liste pazar payı, büyüme ve şirket finansalları gibi erişilebilir piyasa değerlerini baz alıyor. Dikkate aldığı kaynaklardan biri de Deloitte Futbol Para Ligi ancak başka kriterler de işin içinde olduğu için listeler farklılaşıyor.

Özellikle altını çizmek istediğim bir kaç nokta var: Sıralamalar sürekli değiştiği ve içerisinde bulunduğumuz sezon henüz sonuçlanmadığından; elimde bazıları için daha güncelleri de olsa; 2013 verisi veya 2012/13 sezon sonu verilerini dikkate aldım. Ayrıca tüm sıralamalar aynı sayıda kulübü kapsamıyor. Bu sebeple ortak paydayı 30 olarak alım. Tek istisna sadece 20 kulübü sıralayan Forbes. Aslında ana listesinde Deloitte da ilk 20 kulübü sıralıyor ama “Clubs Immediately Below The Money League Top 20”, başlığı ile ilk 20’yi takip eden 11 kulübü daha ayrıca listeliyor. UEFA Takım Sıralaması doğal olarak sadece Avrupa Kulüplerini kapsıyor. Diğer tüm listeler ise uluslararası. Ancak zaten bu listeler de neredeyse tamamıyle Avrupa Kulüpleri tarafından domine ediliyor.

-Para saadet getiriyor mu?

Tüm 4 “finansal” listede, “Büyük 5’ler” (İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya ve Fransa) ön plana çıkıyor. Bu ülkelerin dördünden 12 takım, 5 listenin her birinde yer almayı başarmış. Bunların yarısı İngiliz (Manchester United, Chelsea, Arsenal, Liverpool, Manchester City ve Tottenham Hotspur). İtalya’dan 3 (AC Milan, Internazionale, Juventus), İspanya’dan 2 (FC Barcelona, Real Madrid) ve Almanya’dan da 1 kulüp (Bayern Munich) var. Brezilya’dan Corinthians, Avrupa’dan olmayıp da bu listelerde boy gösterebilen yegane kulüp. “Sportif başarı” ile neyi kast ediyoruz?

Tabii ki mücadele ettiği ligi şampiyon bitirmek ya da üst sıralarda yer almak; ulusal kupaları müzesine götürebilmek; Avrupa Kupalarında şampiyonluk elde etmek veya finallere; üst turlara kalmak. En ideali de; hem kendi liginde; hem de Avrupa Kupalarında başarı elde ediyor olmak ve bu başarının birkaç sezonla sınırlı kalmaması; sürdürülebilir olması. Diğer bir tabirle; “kupalara abone olunması”. Burada çapıcı bir örnek vermek istiyorum: 2011/12 Bundesliga şampiyonu ve 2012/13 sezonunda hem Bundesliga’da, hem de Şampiyonlar Liginde olan Borussia Dortmund; tüm finansal listelerde kendine yer bulmasına karşın; Mayıs 2013 itibariyle UEFA Takım Sıralamasında ilk 30’da yoktu. (Kılpayı kaçırıyor: 31. sırada)

Madem Borussia Dortmund ile başladık; Alman takımları ile devam edelim. Gelirlerine, varlıklarına bakıldığında gayet iyi durumdalar. Gelin görün ki; UEFA İlk 30’da Bayern dışında bir tek Schalke 04 var. Ya da İngiltere’den farklı iki farklı örneği ele alalım: Manchester City ilki. Uzun yıllar sonra şampiyonluk yaşamış olan mavi beyazlılar; maddi varlığa ilişkin tüm listelerde de ilk 10’da yer alıyor. Ancak UEFA sıralamasında ancak 22. sırada. Diğeri ise Tottenham Hotspur. Yukarıda saydığımız diğer 5 İngiliz kulübünden farklı olarak, ne ülkelerinde; ne de Avrupa arenasında öyle çok kayda değer bir başarıları yok. Ancak son 4 sezonun hepsinde Premier League’i ya 4. bitirdiler, ya da 5. sırada. Dolayısıyla zaten varlıklı olan Londra temsilcisinin hem kasası doldu; hem de çok üstlerde olmasa da kendine UEFA İlk 30’da yer buldu. Benzer bir yorumu İspanya’nın Valencia kulübü için de yapabiliriz. Avrupa’da eski günlerini aratmalarına rağmen; La Liga’da geçen sezonun 5.si, ondan önceki üç sezonun ise 3.sü oldular. Daha o kadar çok örnek var ki…

Finansal bazlı listelerdeki genel Büyük 5’ler üstünlüğüne rağmen, UEFA Takımlar Sıralamasında üç ülke daha söz sahibi: Portekiz, Ukrayna ve Rusya. Bu üç ülkenin göze çarptığı bir diğer liste ise Transfermarkt Kadro Değerleri sıralaması. Eğer bu sportif başarıları devam ederse, çok yakında bu ülkelerin takımlarını diğer sıralamalarda da daha sık göreceğiz. Zaten Benfica ve Porto bu listelerin de yabancısı değil. Ülkemiz açısından bakarsak; finansal listelerin üçünde belli bir ölçüde takımlarımız yer alıyor olsalar da; ne yazık ki UEFA İlk 30’da takımımız yok. Hatırı sayılır düzeyde istisnai örneklere rastlıyor olsak da; evet… Futbolda para başarı yani saadet getiriyor. Ve tabii ki başarı da daha fazla parayı…

Ev alma komşu al: Türkiye’nin komşuları ile ekonomik ilişkileri

25 Oct

Bugün dünyanın hangi ülkesine baksak ticari ilişkilerde aslan payı komşuların veya en azından bölgesel ağırlıklı… Avrupa Birliği’nin 6. büyük ticari ortağı olan ülkemiz de, son yıllarda yakın coğrafyaya daha fazla odaklandı. Diğer taraftan etrafımız adeta bir ateş çemberi. Hem ülkelerin içlerinde çatışmalar; hem de başka ülkeler ile olan anlaşmazlıkları söz konusu.

Bazılarında ise sorun daha çok ekonomik kriz ya da en azından durgunluk. Hal böyle olunca da Türkiye ve komşuları ile olan ticari ilişkilerini mercek altına yatırmakta fayda gördüm. Analizimi bölgeye yaymak yerine komşularımızla sınırlı tuttum zira Türkiye için “Bölge” parantezini açtığımızda, herhalde rahatlıkla 30-35 ülkeyi içine sığdırırız. Ancak sadece kara komşularımızı değil; Karadeniz’i paylaştığımız 3 komşumuzu da işin içine kattım. Gelin ortaya çıkan tabloya birlikte bir göz atalım…

-Ezeli Rekabet, Ebedi Ticaret

Komşularla dostane ilişkiler önemli ve tabii ki bu ekonomik ilişkilere de olumlu bir şekilde yansıyor, bunun da barışa katkısı oluyor. Öncelikle Dış Ticaret ile başlamak istiyorum. 11 komşumuzla olan rakam, Türkiye’nin 2013’teki toplam hacminin çeyreğini oluşturuyor. AB, Çin, Japonya, ABD, S. Arabistan ve Körfez Ülkeleri, G.Kore gibi ülkelerin de varlığını düşündüğümüzde; toplamdaki pay olarak aslında azımsanmayacak bir rakam. Bir de tabii ki şöyle bir gerçek var: Bu ülkelerden sadece bir tanesinin ekonomisi bizimkinden daha büyük. O da Rusya…

Şimdi bu resimde biraz daha seçici davranalım ve sadece ithalat kısmına, onun da petrol-doğal gaz özeline bir göz atalım. İşte bu noktada resim tamamen değişiyor. Komşularımızın payı toplamın dörtte üçünden fazla. Buna elektrik ithalatını da ekliyor olsaydık %80 civarı bir rakamdan bahsedecektik. Tam da küresel enerji havzalarının ortasında kalan (ancak kendisi bu konuda aynı derecede şanslı olmayan) bir ülke için şaşılacak bir durum değil. Enerji konusunda komşulara göbekten bağlıyız.

Bugün milyarlarca dolarlık bir pazar olan ve ödemeler dengesi açısından kritik bir yer tutan turizmde ise daha da sıkı ilişkiler göze çarpıyor. Dünyanın en çok ziyaret edilen 6. ülkesi olan ve yurtdışına gittikçe daha fazla turist gönderen Türkiye’nin 2013’de ağırladığı turistte ilk 10’unda 5 komşusu; gönderdiği turistte ise 7 komşusu yer alıyor. Üstelik bu listelerde bir zamanlar en önlerde olan Suriye’nin şu anki durumu nedeniyle yer almadığını da belirtmek isterim. AB, Körfez Ülkeleri ve ABD gibi önemli turist giriş – çıkışlarımız olan ülkelere rağmen toplamda komşuların payı %35’i geçmiş durumda.

Çevremiz ile olan ilişkilerimiz sadece bunlarla da sınırlı değil. Geçtiğimiz yıl yurtdışından gelen doğrudan yabancı yatırımlara baktığımızda da; yurtdışında Türk firmalarının 2013’de aldığı müteahhitlik projelerinin değerlerini incelediğimizde de azımsanmayacak büyüklüklerle karşılaşıyoruz. Bilhassa Rusya ve Azerbaycan dikkat çekiyor. Zaten bu iki ülkeye İran ve Irak’ı da ekleyin; alın size Türkiye’nin 11 komşusu içerisinden çıkan kare as…

-Yarın bize neler getirecek?

Paylaştığım tüm bu rakamların komşularla olan ticari ilişkilerin Türkiye için ne ifade ettiği hakkında net bir resim ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bunlara bizim yurtdışındaki doğrudan yabancı yatırımlarımız; iş gücü hareketliliği göstergeler de eklenebilir. İşte bu noktada gelin bir de çevremizdeki durumu bir hatırlayalım: Irak, Suriye ve Ukrayna’da iç çatışmalar ne yazık ki zirve yapmış durumda. İran deseniz çok sıkı bir uluslararası ambargo altında. Azerbaycan ile Ermenistan arasında uzun süredir devam eden bir anlaşmazlık söz konusu. Ayrıca Türkiye, Ermenistan’a ambargo uyguluyor. Ukrayna ile Rusya arasında son yaşanan anlaşmazlığı biliyorsunuz. Yakın zamanda Gürcistan ile Rusya arasında da… Balkanlardaki komşularımız Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ise yukarıdaki gibi çatışmalar olmasa da; ekonomik durgunluğun üstesinden gelmeye çalışıyorlar. İki kere iki dört… Jeopolitiği ekonomiden soyutlamak imkansız. Önümüzdeki yıllarda çevremizde oluşacak barış ortamı ve ekonomik istikrar; yukarıda gördüğünüz rakamları kuşkusuz daha yukarılara taşıyacaktır. Gene de uluslararası ticaretin her alanında, tüm yumurtaları aynı sepete koymadığımız çeşitlendirme politikalarının Türkiye için daha hayırlı olacağına dair bu aldığımız ilk mesaj değil. 6 sene önce küresel ekonomik fırtınaya yakalandığımızda, rotayı AB ülkelerinden bölgemize çevirmiştik. O zamanlar komşularımız can simidiydi. Dalgalar, hatta tsunamiler her an her yerde; o ya da bu sebepten karşımıza çıkabilir. İyisi mi biz bol bol, boy boy can simidi bulunduralım…

CFO için 2023 falı: Yakın gelecekte nasıl bir finans fonksiyonu bizi bekliyor?

25 Oct

Yakın gelecekte CFO’ları ve şirketlerini büyük bir dönüşüm bekliyor. Milat olarak sembolik bir şekilde Cumhuriyetimizin 100. yılını aldım. Tezim; aşağıdaki radikal gelişmelerin en azından belli bir düzeyde yaşanabileceği yönünde:

1. Yapay zeka, finans çalışanlarının yerini alabilir mi?

Son zamanlarda hep işlemsel finans süreçlerinin maksimum düzeyde teknoloji yordamı ile yürütülmesi; böylelikle artan zamanın ve kaynakların analiz – karar verme gibi daha katma değerli; stratejik boyutu daha yüksek finans süreçlerine yönelmesinden bahsediliyor. Neredeyse tüm CFO’lar ve bizzat ben; sık sık bunu dile getirmiş durumdayız. Çünkü gerçekten de bugünkü tablo bunu söylüyor. Peki ya yarın? Ya da teknolojinin finans fonksiyonu için araladığı tek kapı bu mu? Gelecekte sadece işlemsel değil; stratejik finansın da büyük ölçüde teknoloji ile çözüleceğine inanıyorum. Kendi kendine karar verebilen; insana çok az alan bırakan; bir nevi yapay zekaya sahip son derece ileri analitik kabiliyetlerle donanmış ve kurumdaki tüm süreçler ile inanılmaz derecede otomatize bir şekilde entegre olmuş finans fonksiyonları bizi bekliyor olacak. Bugün e-uygulamalar, bulut, analitik, büyük veri, mobilite gibi kapılardan içeri girdik. Ancak bu daha hiçbir şey. Kendi kendine analiz – denetim ve kontrol – dinamik modelleme – senaryo bazlı karar – hatta oyun teorisi gibi işlemleri yapabilen bir mekanizma düşünün… Bu durumda daha az ancak daha da nitelikli finans kaynaklarını arıyor olma ihtimalimiz var. Bilhassa bu yapay mega-zekaları yönetebilecek bireysel zeka ve kabiliyetlere… Ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre, bu deneyimi farklı dönemlerde yaşamaları son derece olası. Bu nedenle sürecin hemen hemen tüm benzer alanlarda olduğu gibi sınırlı sayıda ülkede başlayacağını düşünüyorum. Ayrıca şirketin büyüklüğü, sektörü vb. faktörlerin de etkili olacağını unutmamak gerek. Bunlar olurken sadece kurumların kendileri etkilenmeyecek. Özellikle e-uygulamaların kapsama alanı yaygınlaştıkça; bankalar – diğer finansal kuruluşlar, düzenleyici ve denetleyici kamu kurumları, bağımsız denetçiler, müşteriler, tedarikçiler, iş ortakları, iştirakler, altyapımcı ve altyükleniciler ile bugünkü ilişkilerin hem kapsamı; hem de şekilleri kökten değişecek.

2. İlginç bir senaryo: Finans departmanının kaçınılmaz asimilasyonu

Peki bu derece radikal bir teknoloji tabanlı dönüşüm mali işler için ne ifade eder? Bunu irdelemeden önce; sık sık “Sistem” ve “Teknoloji” kelimelerinin gölgesinde kalan bir unsura daha dikkat çekmek istiyorum: Veri… Bunu daha şık hale getirmek için “bilgi” de diyebiliriz; ya da alternatif olarak daha da sofistike bir tanım arıyorsak “Kurumsal Zeka” da. Sonuçta bu geri planda kalmışlığın bir nedeni sistem ve verinin artık birer yapışık ikiz haline gelmiş olmaları. Sistem veri ile beslenir, veri sistem ile beslenir. Bu kadar net…

Gelelim sorumuzun yanıtına: Türkiye’de halen çok yaygın olmasa da; bazı kurumlarda işlemsel finans süreçlerinin dış kaynak sağlayıcı (outsourcing) firmalarına emanet edildiğini uzun bir süredir görmekteyiz. Öte yandan mali işlerin diğer fonksiyonların “iş ortağı” olarak; gittikçe daha fazla onlarla iç içe çalışmaya başladığını da biliyoruz. Zaten süreçler arasındaki çizgiler de tamamen sanal. O yüzden sık sık, süreçlerden değil; aşağıdaki gibi bir çok farklı departman, rol ve süreci içerisinde barındıran uçtan uca döngünlerden bahsetmekteyiz: Satın Almadan Ödemeye, Siparişten Tahsilatı gibi… Yani mali işler ile diğer tüm süreçler son derece geçişken. Eğer bu iç içe çalışma şekli, bu entegre iş yapış modeli üstün bir teknoloji ve doğru “veri krallığı” ile de desteklenirse; ayrıca hatta tıpkı finans profesyonellerinin diğer süreçleri öğrendiği gibi; diğer süreç sahipleri de finans yetkinliklerini daha fazla geliştirirse; akla ister istemez şu soru geliyor: Acaba finans fonksiyonu, diğer fonksiyonlar tarafından yutulabilir mi? Bu bir hayli ilginç bir gelişme olur. Çünkü bugüne kadar daha ziyade bunun tersini tecrübe ettik. Yani gittikçe alanını genişleten; başka birimlerdeki bazı süreçleri sahiplenen bir finans fonksiyonu… Bu trendin devam etmesi mümkün. En azından bir süre daha… Diğer yandan, tam tersine dönmesi; faaliyet modeli, kültür, süreçler, organizasyon yapısı, rol ve sorumluklar, yetkilendirme gibi kurumsal alet çantasında her ne varsa; hepsine dokunacak son derece sarsıcı bir dönüşüm olur. Bu tarz bir değişim topyekün yaşanmasa da; kısmen yaşanabilir. Ama başka seçenekler de var. Örneğin x’in y’yi; y’nin x’i “yuttuğu” bir modelden ziyade fonksiyonların birleştiği, hatta bunun sonucu olarak bizim anladığımız anlamda fonksiyonel organizasyonel yapıların tarihe karıştığı bir yapı. Yani diğer süreçler ve finansın tek vücut olduğu. Tabii ki her zaman olduğu gibi, her şirket kendi yolunu seçecek.

3.“Sınır ötesi finansçılar”a her yerde ekmek var

Belki ilk değindiğim konu, finans alanında kariyer yapan profesyoneller için bir ölçüde risk tarafı fırsat tarafına göre daha ağır basan bir tablo oluşturmuş olabilir. Ancak fırsatın ön plana çıktığı ve hem daha yakın gelecekte şahit olacağımızı düşündüğüm; hem de farklı ülkelere daha hızlı yayılabilecek gelişmeler de var. Bunların başında “finansçıların küresel ölçekte mobilitesi” geliyor. Yani bu alanda kariyer yapan insanların, yerkürenin her bir köşesinde iş bulma fırsatlarının artacak olması. Bu zaten başlamış bir oluşum. Ancak öylesine bir hızlanma ve yayılma potansiyeli var ki; karşımıza çıkacak tablo hepimizi şaşırtabilir. Bunun altında yatan sebepler belli: Küreselleşme, ticaret blokları, çok uluslu dev şirketler vesaire… Tabii ki sebepler tek başına yeterli değil. Koşulların da bunu desteklemesi gerekiyor, özellikle de “insanı ilgilendiren” koşulların. Nitekim destekliyor da:
1.UFRS’nin dünyada artık “mali raporlamanın ortak dili” haline gelmiş olması,
2.Neredeyse her profesyonelin başta İngilizce olmak üzere, yabancı dil konusunda kendilerini geliştirmiş olmaları; hatta ikinci bir geçerli dilde de yetkinleşmeleri,
3.Kullanılan sistemlerde tercihlerin bir avuç yazılım üzerine odaklanmış olması,
4.Daha üniversite çağından itibaren, ileride finans alanında kariyer yapacak olan gençlerin farklı ülkelerde eğitimlerine başlamaları; yüksek lisansta bu tercihin zirve yapması,
5.Çok uluslu şirketler için rotasyonun artık son derece standart bir uygulama haline gelmiş olması,
6.Dünyanın artık tek bir büyük pazar haline gelmiş olması sonucu her kademede iş gücü arbitrajının değerlendirilmesi gereken bir seçenek olarak masada bulunması,
7.Global ve bölgesel finans merkezlerinin sayılarındaki artış ve bu merkezlerin farklı ülkelerden profesyonelleri bulundukları yere çekiyor olmaları.
İşte bu koşullar altında ortak finans dili, birbirlerine yakınlaşmış mevzuatlar, artan cazip iş imkanları – deneyimler, müşterek teknolojik platformlar, kültür ithal-ihracı ile birlikte artık herkes, her yerde olacak. Bu nedenle kariyer planlaması yapılırken; özgeçmişler hazırlanırken hep bu gerçekleri aklımızın bir köşesinde tutmakta fayda var.

4. Alışılmadık bir yetkinlik seti: CFO’lara beşinci şapka mı geliyor? Her finansçı aynı zamanda bir bilgi sistemleri uzmanı mı olacak? Ve daha birçok soru…

Geleceğe damgasını vuracak gelişmeler yapay finans zekası, mali işlerin asimilasyonu (ya da tam tersi), birleşen organizasyon veya iş gücü hareketliliği ile de sınırlı değil. Deloitte’un CFO’larla ilgili yayınlarını takip edenler yakından bilirler. CFO’nun dört farklı şapkası (ana rolü) vardır: Operatör, Muhafız, Katalizör ve Stratejist. Bunlara, özellikle büyük firmalarda bir beşincisinin daha ekleneceğini söyleyebilirim: Ekonomist! Hem dünyada, hem de Türkiye’de; yıllardır niçin birçok ekonomi bölümü öğrencisinin kariyer olarak finansı seçtiğini sorgular dururdum. Yeni mezunlar için artık bunu sorgulamayacağım. Ancak bunun sebebi pes etmem değil. Sebep, zamanın değişmiş olması. Zira günümüzde kanımca “ekonomiyi kapsamlı ve derin bir şekilde okuyamayan” bir finansçı; iyi bir finansçı olamaz. Bunu da bir CFO hem kendi ülkesi; hem de küresel; hem makro, hem de mikro bazda yapabilmeli. Ayrıca madem ısrarla modelleme, yapay zekayı da yönetecek bir zeka vb. söylemlerde bulunmaktayım; o halde her iktisat müfredatının değişmez bir dersi olan ekonometriye de gönderme yapmamak olmaz. Çünkü bu da yetkinlik kümesinde olmalı. Risk Yönetimi, Strateji, Yatırımcı İlişkileri, Global Genişleme, Uluslararası Yatırımlar ve Ticaret, Sektör, Kurum Değeri, Finansal Piyasalar, Büyüme, Ekonomik Kriz, Fizibilite gibi kelimelerin en az bir tanesini gayet bonkör bir şekilde her cümlede CFO kelimesinin yanında kullanmanın alışageldik bir durum olduğu düşünülürse; bu argumanımın altında yatan faktörler de kolayca anlaşılacaktır diye düşünüyorum.

Tabii tüm bunlara değinirken; çokuluslu dev firmalar başta olmak üzere; çoğu büyük firmada artık “Baş Ekonomist”şeklinde kadrolara yer verildiğini deneyimlemekteyiz. Yarı-iç danışman kıvamındaki bu rolü; kah bakmışsınız “Stratejik Planlama ve İş Geliştirme” departmanı üstlenmiş; kah bakmışsınız dışarıdan profesyonellerden (daha çok üniversite hocaları) tarafından destek alınıyor. “Finansın bu görevi üstlendiği olmuyor mu?” derseniz; o da oluyor tabii. Ancak önümüzdeki yıllarda bu o kadar doğal bir şekilde mali işlere emanet edilecek ki; bu değişimin nasıl olduğunu fark etmeyeceğiz bile. Hatta bu değişim sonucunda; finansın bazı diğer rolleri daha geri planda bile kalacak.

Ayrı bir “şapka” olarak tariflemeyelim ancak finansçıların bilgi sistemleri konusundaki yetkinliklerinin de; teknolojiyi doğru şekilde yönlendirmek ve uygulamak adına daha fazla gelişmek durumunda olacağı bir döneme giriyoruz. Yukarıda daha önce değinmiş olduğum teknolojik dönüşüm; bunu da beraberinde getirecek.
Bakalım bu tahminlerim 2023 yılına geldiğimizde, hangi ülkelerde, hangi sektörlerde, hangi şirketlerde, ne ölçüde gerçekleşecek…

Londra – Paris – New York – Milan: Out, İstanbul – Bangkok – Dubai – Moskova: In

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Dünyada bir zamanlar şehir devletleri ekonomik, siyasi, askeri, sosyal yani her açıdan oldukça güçlü konumdaydı. Daha sonra imparatorluklar ve üniter devletler sahneye çıktı. Günümüzde ise şehirler tekrar ön planda. Aslında merkezi yönetimlerin en fazla söz sahibi olduğu dönemlerde bile dünyada belli başlı kentler ihtişamlarından, ticari önemlerinden bir şey kaybetmediler. Peki o halde değişen ne?

Nasıl ki artık gelişmiş ekonomiler ile gelişmekte olan ekonomiler arasında daha dengeli bir paylaşım söz konusu ise, bu ülkelerdeki şehirler arasında da benzer bir duruma rastlamaktayız. Yani artık sadece “Londra – Paris – New York – Milano” döneminde yaşamıyoruz. Bence bundan böyle “Bangkok – Dubai – İstanbul – Moskova”  dörtlüsü ön planda olacak. Her yerde bu şehirleri duyuyor ve konuşuyor olacağız. Zaten her biri birer “marka şehir”. Dünyada aklınıza ne kadar sıralama varsa koşar adım tepelere tırmanıyorlar. Ekonomik açıldığından bakıldığında GSMH’laları, birçok ülkeninkinden daha büyük. Üstelik komşu illeri yani hinterlandları da işin içine katıyor olsak, çok daha etkileyici bir tablo ortaya çıkıyor. Diğer yandan gelişmiş ülke ve gelişmekte olan ülke arasındaki bazı temel farkları “Dünya Yaşanabilirlik Endeksi-EIU” gibi bir sıralamayı baz alınca hemen fark ediyor insan. Ama burada da makas daralıyor, fark kapanıyor.

Peki önerdiğim listede niçin bir Pekin, Şangay, Seul, Mumbai, Jakarta; ya da örneğin bir Mexico City, Johannesburg yok?

Öncelikle favori dört şehrimin hepsinin aynı iki kıtadan olduğunu fark etmişsinizdir. Hatta Türkiye ve Rusya’nın birer Avrasya ülkesi olduğu gerçeğinden hareketle; oldukça Asya eksenli bir seçki bu. Bu bakış açısı ile Çin, Hindistan, Kore ve Endonezya şehirlerini de listeye alabilirdim. Ancak artık Çin, Hindistan ve Kore’yi “ayrı bir gezegen” olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Endonezya ise ülke olarak oldukça önemli bir konumda ancak Jakarta şehir olarak kendini çok ön plana çıkarabilmiş değil. Diğer taraftan Mexico City ve Johannesburg, belki de coğrafi olarak konumlarının dünyadan bir ölçüde izole olmaları sebebiyle bazı konularda daha geri planda kalıyorlar.

İstanbul, birçok sorununa rağmen gene de Türkiye’nin yıldızı, gururu. Paha biçilmez bir mücevher. Zaten bu sorunlar neredeyse bu dört şehrin hepsinde ve dünya metropollerinin büyük çoğunluğunda var. (Trafik, göç alma, hava kirliliği, diğer ekolojik problemler, güvenlik vs.) Bangkok’a 2, Dubai’ye 3, Moskova’ya 5 kez gitme şansım oldum. Zaten yaşadığım şehir de İstanbul. Böyle olunca, masa başı araştırmasından öte bireysel deneyimleme şansım da oldu. Belli başlı kriterlere göre bu dört şehri kıyasladım. Aslında bakılabilecek bir çok kriter var. İklim, Coğrafi Konum, Kültürel Miras, Global Kimlik ilk aklıma gelenler… Gene de ben popüler ve genel kabul görmüş bazı sıralamalara itibar ettim.

Tabii bu şehirler arasında kıyasıya bir rekabet yaşanıyor. Özellikle coğrafi olarak birbirlerine yakın sayılabilecek Moskova, İstanbul ve Dubai bir anlamda bölgesel liderliğe de oynuyorlar. Bangkok ise birçok açıdan daha farklı bir kent deneyimi sunuyor. Bu yarış aklınıza gelecek her platformda kendin hissettiriyor: “Küresel-Bölgesel Finans Merkezi” olmak; çokuluslu şirketlerin yönetim merkezi haline gelmek; dev spor – sanat – bilim organizasyonlarına ev sahipliği yapmak; mega bayındırlık projeleri, milli havayolu şirketlerinin de baş aktörlüğü ile uluslararası hub olarak konumlanmak; lojistik merkezi olarak ön plana çıkmak; yabancılara da hitap eden dev ve prestijli gayrimenkul projelerini arz etmek; daha fazla turist; daha fazla doğrudan yabancı yatırım, daha fazla sıcak para çekmek… Ben bu zorlu yarışta İstanbul’un burun farkı ile de olsa ön plana çıkacağına inanıyorum.

Kuveyt, BAE, Katar… Körfezin rüzgarı nereye kadar?

25 Oct

Ortadoğu denilince biz hemen komşularımız ve onların komşularına odaklanıyoruz. Ama azıcık daha güneyde, dünya yeniden kuruluyor. Peki ama ne kadar farkındayız? Kuveyt, BAE, Katar’ın yakın dönemde yaşadıkları dönüşüm, gösterdikleri performans oldukça dikkat çekici. Kuveyt’te projeleri olan bir inşaat firması, Dubai’yi görmeye giden bir turist, Katar’da yapılacak Dünya Kupası’ndan haberdar bir futbolsever kuşkusuz biraz daha farkındadır bu değişimin.

Bu ülkeler ne yaptılar derseniz, yanıt öncelikle sağlam bir strateji ve “master dizayn”. Basit sentezler… Sosyo-ekonomik eksende biraz geleneksel, biraz liberal. Dışarıya açılan ve bir yandan da belli ölçüde içine kapanık. Gelişmiş ülkelerden beyin göçü, dar gelirli ekonomilerden iş gücü tedariğinin yerellerle karışımı ile heterojenleşmiş bir demografik yapı.  “Şehir devleti” anlayışının postmodern yorumu. Biraz Adam Smith, biraz Jack Welch karışımı rekabetçilik anlayışı. Biraz birbirleri ile yarış, biraz GCC çatısı altında işbirliği. Hem birbirlerini öykünme, yeri geldiğinde de farklı bir yol çizme…

Şimdi biraz rakamlara çevirelim gözümüzü ve bakalım bize ne anlatıyorlar:

Dünya Sırası BAE Katar Kuveyt
Kişi Başına Milli Gelir (Dünya Bankası, 2012-3, SGP) 7 1 3
Rekabetçilik Sıralaması (2013-4) 19 13 36
Petrol Rezervleri (2012) 6 12 7
Doğalgaz Rezervleri (2012) 17 3 19
Göçmenlerin Toplam Nüfusa Oranı 1 2 3
Nüfus Artışı (2000 – 2010) 2 1 7

Bir kere bu ülkelerin en büyük sorunu “küçük nüfus”a sahip olmalarıydı. Ama tablodan da anladığımız üzere bu konu artık aşılıyor gözüküyor. Bunun temelinde de inanılmaz oranda başka ülkelerden göç almaları yatıyor. “Göçmenlerin Toplam Nüfusa Oranı” açısından baktığımızda, dünyada ilk üç sırada bu üç ülke var. Bunun tetiklemesiyle de yakın zamandaki nüfus artışında da gene en ön sıralardalar. Bu tabloda paylaşmadığım ilginç birkaç ilginç bilgiyi de aktarayım: “Çalışan Nüfusun Toplam Nüfusa Oranı” ve “Erkek Nüfusun Çalışan Nüfustaki Payı” gibi demografik göstergelerde de çok ön sıradalar. Bunun başlıca sebebi her birinin adeta en baştan inşaa ediliyor olması. Taahhüt sektörü almış başını yürümüş durumda. Bizim müteahhitlerimiz de bu pastadan paylarını alıyorlar. Ayrıca hizmet sektöründeki artan işgücü gereksinimini de unutmamalıyız. Başta Güney Doğu Asya ülkeleri ve diğer Arap ülkelerinden olmak üzere, elverişli koşullarda işgücüne erişimleri var. Batılı ülkelerden çalışmaya veya yaşamaya gelip yerleşenler ise, tüketim eksenli yaşam tarzları ile iç talebe önemli bir canlılık getiriyorlar.

Zaten körfez ekonomilerinde doğal kaynakların getirdiği zenginlik hat safhada. Kişi başına milli gelir dudak uçuklatıyor. Nitekim “küçük nüfus + büyük doğal kaynak = büyük refah” formülü geçerli. Dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin ciddi bir kısmının üzerinde bu üçlü oturuyor. Ülkemizde ne yazık ki eksik kalan bir bilgi ve bunun üzerine kurulu yanlış algılar söz konusu: “Dubai’de petrol yok”. Doğrudur ama Dubai, BAE’nin bir parçası ve merak etmeyin, BAE’de oldukça fazla petrol var… Ve BAE sadece Dubai’den ibaret değil. Dubai kuşkusuz çok önemli bir marka. Öte yandan Emirliklerin başkenti Abu Dhabi’deki ve diğer emirliklerdeki – şehirlerdeki  (örnek: Sharjah) başdöndürücü gelişime dikkatinizi çekmek isterim.

Petrol ve Doğalgaz bittiğinde…

Bunun olmasına daha çok var diyebilirim. Ama bir gün gelecek, bitecek tabii ki. Zaten ülkeleri idare edenlerin tüm hazırlıkları da o zamanlar için. Şu anda GSMH’larının ciddi kısımlarını petrol ve doğalgaz gelirleri oluşturuyor. Onlar da daha dengeli bir dağılım için çaba sarf ediyorlar. “Neden bir Singapur veya Hong-Kong olmayalım? Onlarda doğal kaynak mı var? Hatta yeteri kadar arazi bile yok”. İşte her şey bu söylemler ile tetikleniyor. Bu yüzden hizmet, turizm, bilgi teknolojileri, ulaşım, medya, inşaat, gayrimenkul hatta üretim sektörü bu kadar teşvik ediliyor. Bu sebeple bankacılık, islami finans ve ticaretin ekonomideki payı her geçen gün daha da arttırılıyor. Dünya şehri, dünya havayolu, dünya tatil merkezi, dünya markası olmak… İnsan, para, ticari mal, bilgi trafiğini en yoğun hale getirmek… Teşvikler, vergi ve mevzuat avantajları ile küresel yatırımlar için en uygun iklimi yaratmak…

Uzak Komşularımıza Yakın Durmak

Görülüyor ki “Uzak Komşularımız”ın attıkları doğru ve akıllı adımlar var. Ve tabii ki rekabet etmek için de, işbirliği geliştirmek için de birçok yerinde sebep. İnşaat alanında daha ön plana çıkan, bazen gayrimenkul yatırımları ile hareketlenen ikili ticari ilişkilerin çok daha ileriye götürülmesi hem tarafların ekonomik menfaatleri, hem de bölgesel barış için yerinde olacaktır. Dış Ticaret, Turizm, Doğrudan Yatırımlarda yükselen çıtayı daha da yukarılara koymalıyız.  “Körfez Sermayesi”nin Boğaz’a; “Boğaz Sermayesi”nin de Körfez’e doğru esme vakti geldi…

Yunanistan’ın en iyi komşusu: Türkiye

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Son seçimler sonrası Yunanistan tabir yerindeyse moda ülke. Bizde de hakkında çok şey yazılıyor çiziliyor. Ben de farklı bir pencere açmak istedim.Öncelikle dış ticaret ile başlayalım. Yunanistan’ın ithalatında ilk 5’te yer alan ülkelerin 3 tanesi Avrupa Birliği’nden değil. Bu enerji ithalatı sebebiyle ve Çin gerçeği varken anlaşılır bir şey. İhracatında ise böyle bir durum söz konusu olmadığından ilk beşin dört tanesi AB ülkesi. Ama ilk sırada başka bir ülke var. Şimdi sıkı durun: Sizce Yunanistan’ın en çok ihraç yaptığı ve AB dışında yer alan bu ülke hangisi? ABD mi? Rusya mı? Çin mi? Sizi daha fazla yormayayım. Hiçbiri değil, doğru cevap: Türkiye! Toplam ihracatın içindeki payı da %11…

İşsizliğin çok yüksek olduğu, iç pazarın her sene daraldığı bir ortamda dış pazarların önemi daha da artar. Bu yüzden paylaştığım istatistik son derece dikkat çekici. Yunanistan, Türkiye’nin en çok ithalat yaptığı 14. ülke. Bu ezelden beri böyle miydi diye merak edecek olursanız, küresel krizin patlak verdiği 2008 rakamları ile mukayese edildiğinde, şu anda Yunanistan Türkiye’ye olan ihracatını tam dört kat arttırmış durumda. Ya da başka bir örnek vermek gerekirse, suyun öte yanından olan alımlarımız Japonya’dan veya Hollanda’dan olan ithalatımızdan daha fazla.

İyi müşteri olanlar sadece Türk firmaları değil. Bireyler de aynı şekilde. Komşumuz, turizmde 2014 yılını rekorla kapadı. 6 sene sonra ilk kez küçülmek yerine büyüyen Yunan ekonomisi için turizmin ne kadar hayati olduğunu şöyle özetleyeyim: Sektörün GSMH’ya katkısı yüzde 17, iş gücüne katkısı da yüzde 18… 2013 yılında Türkiye, 800 binden fazla kişi ile bu ülkeye en fazla turist gönderen 6. ülke idi. (Türkiye’nin ülkeye girişlerin toplamındaki payı yüzde 4,6) Geçtiğimiz sene ise bu rakam yüzde 25 gibi olağanüstü bir artışla 1 milyonu geçti. Çok da fazla geriye gitmeden 2009’daki rakamı da söyleyeyim: 200 bin. Kriz dönemi boyunca artış müthiş. Üstelik Türk turistler ülkenin henüz marka olmamış, keşfedilmemiş ve refah seviyesi ülke ortalamasına göre çok daha düşük bölgelerine de giderek, önemli bir gelir kaynağı haline geldiler.

Bir de işin daha uzun vadeli kısmı var: Kurumsal yatırımlar… Yunanlılar, 2000’li yıllarda Türkiye’ye ağırlıklı olarak bankacılık sektöründe hatırı sayılır tutarda yatırım yapmıştı. Bu yatırımlar takip eden kriz döneminde kaynak akışı olarak faydalı oldular. Şu anki toplam rakam 7 milyar Dolar civarı. Son dönemlerde Türkiye de komşusunu unutmadı. Doğrudan yabancı yatırımda marina işletmeciliği, otelcilik, üretim, mağazacılık gibi alanlarda önemli yatırımlar yapıldı. Doğuş Grubu buna en güzel örnek. Yunanistan’a son dönemlerde gelen yabancı yatırım yıllık 3 milyar Dolar civarı. Türkiye’nin payı henüz pek kayda değer değil ama ciddi artış eğiliminde. Ve tabii bireyler de yatırım yapıyorlar. Yunan vatandaşları yabancılara mülk satışına yönelik yapılan yeni yasal düzenlemeyi takiben, ülkemizde gayrimenkullere ilgi duyan milletler arasında. Ama son dönemde sıralamalarda pek yukarıda değiller.
Belki de hepsinden de önemlisi, ülkenin sırtında çok ağır bir yük olan savunma harcamalarının da artık azalıyor olmasına en büyük gerekçe hiç şüphe yok ki, Türkiye ile ilgili “tehdit” algısının ortadan kalkmış olması, en azından hafiflemesi. GSMH’ye oranı 1980’lerde yüzde 6’yı aşan savunma giderleri, 2000 – 2010 döneminde yüzde 3’e indi. Son 4 senede bu azalış çok daha dramatik oranlarda gelişiyor.

Ve tüm bunlara ek olarak ortak projeler var masada. Doğalgaz boru hatları başta olmak üzere enerji, ulaştırma, turizm gibi birçok farklı alanda. Tüm bu gelişmeler ışığında o meşhur atasözünü hatırlatıyor ve bir de ufak ekleme yapıyorum: “Ev alma komşu al. Alacaksan da Türkiye gibisini al…”

Gelişmekte olan ekonomiler mi, gecikmekte olan ekonomiler mi?

25 Oct

Fransa temerrüde düştü; Dolar Rupi karşısında %34 değer kaybetti; Almanya’da yıllık enflasyon %13 olarak gerçekleşti; Japonya’nın dış ticaret açığı 80 milyar Dolara dayandı. Derecelendirme kuruluşları İngiltere’nin görünümünü negatife çevirdi. Okuyunca gerçek üstü görünüyor değil mi? Oysa ülkelerin isimlerini değiştirmiş olsaydık, eminim bunlar eminim hepimize gayet olağan gelecekti.

İşte bu sebeple şu “Gelişmekte Olan Ülkeler” (veya “Pazarlar”) konusunu tekrar bir gündeme getirmek istedim.

-Arafta kalmak

Her şeyden önce şu soruyu ısrarla sormalıyız; açıkça da yanıtlamalıyız: Neden, ama neden halen “Gelişmekte Olan Ülkeler”, “Gelişmiş Ülkeler” arasına girmediler? Bu soruya yanıt vermeden önce ufak bir parantez açmak istiyorum: Vaktiyle “Az Gelişmiş Ülkeler” (Underdeveloped) ifadesi yerine “Gelişmekte Olan Ülkeler” (Developing) kullanılmaya başlandığında bir önceki terime göre nispeten daha ılıman bir tanımlama yaratılmıştı. Sonrasında “Gelişmekte Olan” ve “Gelişmiş” arasında kalmış ülkeler için “Emerging Markets” tanımı ortaya atıldı. Bugün ülkemizin de içlerinde bulunduğu dünyadaki birçok önemli ekonomi de bu kategoriye giriyor.

Öte yandan farklı kurumlar bu listeye farklı ekonomileri dahil ediyor. Türkiye ise tartışmasız bir şekilde bu grupta yer alan ülkelerden. Açıkçası Developing ya da Emerging sıfatlarının benim nazarımda pek farkı yok. Ya da daha doğru bir ifadeyle, aralarındaki farkın çok büyük bir anlamı yok. Burada kritik nokta “Developed” tarafına terfi etmek.

Şimdi dilerseniz yanıtımıza geçelim:

1) Endüstrileşme Öncesi (Tarım Toplumu)

2) Endüstrileşme (Sanayi Toplumu)

3) Endüstrileşme Sonrası (Hizmet Toplumu ve akabinde Bilgi Toplumu) şeklinde en basit anlamda yakın zamanı üç kesite ayırdığımızda; ikinci evreyi henüz hakkıyla tamamlayamadan; yani sanayileşme kısmını hazmetmeden bugünü yakalamaya çalışan ekonomilerde sınıf atlamada gerçekleşmiyor.

Her biri farklı gelişmişlik düzeylerinde olsalar da, Gelişmekte Olan Ülkeler ile ilgili bazı müşterek tespitler yapabiliriz.

1. Öncelikle ekonomi ile ilgili sorunlar baş gösterdiğinde daha çok semptomlara yönelik tedaviler, anlık çözümler, yamalar ile ilerleniyor. Gerçek anlamda yapısal reformların aslında geri planda kaldığını görüyoruz.

2. Her ne kadar kantitatif büyüklüklerde önemli noktalara gelinmiş olsa da (örnek: SGP’ne Göre GSMH); kalitatif kriterlerde gerilerde kalınıyor (örnek: Kişi Başına Düşen Milli Gelir). Ayrıca piyasalardaki liberalleşme oranı halen kısıtlı seviyede.

3. Toplumsal ve politik açıdan bazı istikrar ve güven sorunları göze çarpıyor. Bununla birlikte yatırımcılar açısından daha yüksek getiri ve daha büyük riski bir arada sunuyor. İşte bu yüzden de piyasalarda her iki yönde de sert dalgalanmalar olabiliyor. Orta sınıfın gelişimi yavaş ilerliyor. İki ileri, bir geri derken; ilerleme sağlanıyor olsa da; bir noktada sıkışılıp kalınıyor. Bir başka yazımda mercek altına almış olduğum “Orta Gelir Tuzağı”na yakalanıyorlar.

4. Marka, teknoloji, katma değerli ürün ve hizmetler, yenilikçilik gibi kavramlar yerine, ucuz iş gücü ve doğal kaynaklar / zenginlikler ön plana çıkıyor. Bu da küresel ticarette dezavantajlı ve uzun vadede tehlike çanlarının çalacağı bir konum yaratıyor.

5. Endüstrileşme Öncesi toplumdan miras kalan belli ölçüde geleneksel tarım ve hayvancılık ağırlığını ekonomide hissettirmeye devam ederken, rekabetçi avantaj sağlanmış bazı sektörlerde belli ölçüde endüstrileşme gözlemleniyor. Paralelde ise hizmetlerin ekonomideki yeri artıyor ve bilgi toplumuna ait bazı atılımlar da gerçekleştiriliyor. Adeta farklı zaman kesitleri aynı anda birlikte yaşanıyor. Aradaki öncüllük – ardıllık ilişkisi göz önüne alındığında, bu belirli noktalarda bazı zenginlikler yaratıyor olsa da; daha büyük resimde yönetilmesi zor ve kaotik bir yapı getiriyor.

-Hepsinden önemlisi

Bunlar ilk göze çarpan noktalar. Ama bazen bu ülkeler ile ilgili o kadar çok şey yazılıp çiziliyor ki; Gelişmiş Ülkeler diye bir kategorinin varlığı unutuluyor. Yeryüzünde ekonomi ile zorlu sınavlar vermeyen hiçbir ülke yok. Öte yandan Gelişmiş Ülkeler de yerlerinde saymıyor ve gelişmeye devam ediyorlar. Zaten dünya rekabetçilik ligine, sadece son senedeki sıralama ile sınırlı kalmadan; bir trend analizi şeklinde eğildiğimizde bunun yansımalarını görmekteyiz. Aradaki fark kapanıyor mu, açılıyor mu, aynı mı kalıyor; hatta “aradaki o fark” nedir, ne kadardır; aylarca tartışabiliriz. Ya da Yunanistan bir alt lige mi düşecek; Güney Kore ve Tayvan süperlige çıktı mı; Çin çıksa ne önemi var; çıkmasa ne önemi var diye de tartışabiliriz.

Gene de en kritik tartışmanın, yukarıda beş maddede özetlemeye çalıştığım sarmaldan çıkış yolları üzerine odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Madem ki sorunları biliyoruz; artık çözümleri konuşmalıyız. Çünkü böyle devam ettiği takdirde, yakın zamanda “Gelişmekte Olan” değil, “Gecikmekte Olan” ekonomiler olarak anılmak söz konusu…

Türkiye’de petrol bulmuş kadar sevinmeli miyiz?

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

2014 geride kalırken petrol fiyatlarında %40 oranında bir düşüşten söz konusu. Peki bu gidişat en azından bir süre daha devam ederse, Türkiye’ye nakit girişi (ihracat, turizm ve doğrudan yabancı yatırımlar) açısından etkileri nasıl olur? İthalatı nasıl etkiler? Türkiye’nin ihraç pazarları açısından farklı senaryolar gerçekleşir. Bunu irdelemeden önce en büyük alıcılarımıza bir göz atalım. 1 Ocak – 30 Kasım 2014 verilerine göre ülkemizin ihracatının yaklaşık olarak:
•    Yüzde 45’i Avrupa Birliğine,
•    Yüzde 19’u Ortadoğu Ülkelerine,
•    Yüzde 11’i de Bağımsız Devletler Topluluğu Ülkelerine
Yani üç ana grubun toplam dış satışlarımızdaki payı %75. Şimdi tek tek bu pazarları inceleyelim.

-Avrupa Birliği

Türkiye’nin ana ithalatçılarının başında gelen Avrupa Birliği ülkelerine ihracatımız artar. Petrol açısından neredeyse tamamen dışa bağımlı olan Avrupa ülkelerinde maliyetler ciddi şekilde düşer, işsizlik azalır, bunlar doğrudan tüketimi tetikler, Türkiye de haliyle daha fazla ihraç eder. Mesela tekstil sektörümüzün; gıda ihracatçılarımızın yüzleri güler. Konaklama ve seyahat harcamaları da artacağından, zaten ucuz olan Türkiye’ye 2015’te Avrupa’dan daha fazla turist gelir. Tabii birçok ülke gözlerini Avrupa pazarına çevireceğinden, aslan payını kapmak adına gelişmekte olan ülkeler arasında kıyasıya bir fiyat rekabeti de yaşanacak; Avrupalılar da bunu değerlendirecekler. Firmalarımız bu konuda dikkatli olmalı. Hepimizin bu pazarı dikkatle izlemesi gerekiyor, çünkü ilginç şeyler oluyor: Avrupa sıfır enflasyona koşuyor. Avrupa Merkez Bankası için bu ciddi bir sorun. Şu anda işler böyle devam ederse, beklenti Euro Bölgesi için deflasyon. Doğrudan yabancı yatırımlar konusunda çok aceleci davranacaklarını sanmıyorum. Biraz bekle-gör yapmaları olası. Şirket karlılıklarına düşen enerji maliyetleri ciddi oranda olumlu şekilde yansıyacak ancak bunun yatırımlara kanalize olması adına yeterli fonlar oluşturması bir zaman meselesi. Ayrıca şu anda tam bir istikrarsızlık coğrafyası arasına sıkışmış olduğumuz için daha temkinli davranılması da hesaba katılmalı.

-Ortadoğu

Gelelim, Ortadoğu’ya… İhraç pazarlarımızı çeşitlendirme politikalarımız sonucunda gittikçe dış ticaretimizde ağırlığı artan Ortadoğu ülkelerinin önemli bir kısmı zaten OPEC üyeleri. Şu anda da kimse bu ülkelerin yerinde olmak istemez. Bu grupta Suudi Arabistan’ın başı çektiği küçük bir grup fiyatları tekrar yukarıya doğru çekmek için uzun süredir bir gayret içerisinde. Herkes arzı düşürme konusunda gelir seviyesi düşük OPEC üyelerinin gönülsüzlüğünden bahsediyor. Peki sonunda onlar da “tamam” derler mi? Dememelerinin iki bariz bir sebebi var: Birincisi tabii ki bu paraya ihtiyaçları olması. İkincisi ise bu ülkelerde ciddi siyasi ve sosyal istikrarsızlık var, para muslukları kesilirse toplumsal patlamalar olabilir. Kısa vadeli huzur, uzun vadeli refahın önüne geçiyor. Avrupa için geçerli olan senaryonun burası için de tersini düşünebiliriz. Yani bu ülkelere olan ihracatımız düşecektir. Ancak bu düşüş ne kadar keskin olur tartışılır. Zira özellikle Arap ülkelerindeki zenginlik ve tüketim alışkanlıkları dünyanın diğer coğrafyalarından farklı. Bu coğrafyaya ihracatımızda bir düşüş şaşırtıcı olmaz, gene de çok sert bir düşüş olacağını ummuyorum. Türk turizmi açısından bakarsak;  son 3-4 senede Arap ülkelerinin artan payı çok dikkat çekici. Bu artış hızı düşebilir, hatta belki bir miktar azalış da olabilir. Bir başka kritik nokta ise körfez fonlarının Türkiye’ye akmaya devam edip etmeyeceği. Yatırım miktarları düşebilir ama ilginin azalmayacağını düşünüyorum. Tüm bu resmi farklı bir boyuta taşıyabilecek etken, bölgedeki kaos ve çatışma ortamının devamı hatta kötüleşmesi. İşte o zaman bir önceki etkenle birleşip “fırtına” etkisi de yaratabilir.

-Bağımsız Devletler Topluluğu

BDT coğrafyasında kuşkusuz bizim için en kritik ülke Rusya. Türkiye’nin en önemli ihracat pazarlarından ve dış turizmimizin Almanya ile birlikte can damarı olan bu ülkede resim biraz daha karmaşık. Çünkü oradaki gelişmeleri sadece enerji piyasalarındaki hareketlilik ile açıklamak kafi olmaz. Herkes yokuş aşağı giden Ruble’yi konuşadursun; ülkeye uygulanan ekonomik yaptırımların etkisi de unutulmamalı. Zaten Rus resmi makamları da açıklamalarında bunu belirtiyorlar. Rusların kemer sıkıp, tüketimde frene basacakları aşikar. Bu ülkeye olan ihracatımız da, bize yolladıkları turist sayısı da 2014’te önemli bir düşüş trendine geçti. 2015’te böyle devam etmesi şaşırtıcı olmaz. Ama yakın zamanda en üst seviyede bir araya gelinerek verilen işbirliği mesajları ve imzalanan sözleşmeleri de dikkate almalıyız. Türkiye en önemli enerji tedarikçilerinden olan Rusya’dan daha uygun maliyetlerle alım yapacak. Ukrayna da bizim için önemli ve yükselen bir pazardı. Oradaki komplikasyon bildiğiniz üzere daha çok iç çatışma. Önümüzdeki sene, bunun dış ticaret ve turizm alanındaki işbirliğimizde yarattığı negatif etkilerin sürmesini bekleyebiliriz.

-Peki ya ithalat?
Türkiye’nin dış ticaret açığına enerji ithalatının önemli katkısı var. Ayrıca petrokimya ürünleri ve bu ürünlerin hammadde olarak kullanıldığı sektörlerin de. Ve tabii ki özellikle imalat sektöründe enerji giderlerinin toplam maliyetlerde önemli payı olduğu da dikkate alınırsa, bu alanda da büyük bir ithalatçı olan Türkiye’nin toplam ithalat harcamalarının kayda değer bir düşüş göstermesi gerekir. Son açıklanan enflasyon, işsizlik, büyüme rakamları ve TL’deki değer kaybından sonra; burada daha pozitif bir pencere açılıyor olabilir. Tabii ki petrol fiyatlarını kontrol edemeyiz ama farklı senaryolara göre oluşabilecek etkileri ekonomik çıkarlarımız doğrultusunda iyi yönetebiliriz.
Ajda Pekkan 1980 yılında “Petrol” isimli şarkısı ile Eurovizyon’a katıldığında petrol fiyatların zirve yaptığı dönemdi.

Nereden nereye…

Herkese mutlu ve güzel bir 2015 dilerim.

Halkımız ekonomide olup bitenleri merak etmiyor mu?

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

2013 biterken son makalemi, Türk halkının sene boyunca Google’da en çok hangi kelimeleri aradığı ve bunların hangilerinin ekonomi ile ilgili olduğuna ile ilgili yazmıştım. Bu sene de aynı şeyi yapayım diye araştırmaya başladığımda son derece ilginç bir manzara ile karşılaştım: 2014’ün ilk 10’unda ekonomi ile ilgili bir şey yoktu.

Oysa 2013’te bırakın ilk 10’u, iki tane başlık ilk 5’e girmişti.

Hemen bunun nedenlerini düşünmeye başladım. Evvelki sene listede yer alan iki başlıktan ilki olan “Altın Fiyatları” geçen sene olmayınca şaşırmamak lazım. Ne de olsa altın fiyatları ciddi anlamda yatay seyretti. Zaten 2013 yılında küresel altın talebi, 2012 ile mukayese edildiğinde % 15 azalmıştı. Uzun bir dönemdir altın piyasaları tatsız tuzsuz bir seyirdeydi. Yani vatandaşın ilgisini çekecek bir durum yoktu. Ama açıkçası 2012’te 8. sırada, 2013’te de 5. sırada olan “İşkur”’ geçen seneki listede göremeyince biraz ilginç geldi. Üstelik işsizlik rakamları biraz yukarı doğru kıpırdanmışken… Ama kabul etmek lazım 2014’te gündemi belirleyen o kadar fazla konu vardı ki; muhtemelen Türkiye ve Dünya Ekonomisine sıra gelmedi. Mesela seçim, Dünya Kupası, Soma, İşid, Torba Yasa ve hatta bırakın Türkiye’yi, tüm dünyada çok konuşulan ALS hastalığı gibi. Öte yandan Flappy Bird ve Selfie de ilk 10’da. Ama ekonomi ile ilgili tek bir başlık yok.

Herhalde olaya biraz taraflı, biraz önyargılı yaklaşıyorum diye özeleştiri yaptım. Gözlerimi kapayıp şöyle bir düşündüm: Acaba 2014’te ekonomi ile ilgili öyle pek kayda değer bir gelişme olmadı mı, diye. Ocak ayını hatırladım. Sene bence enteresan başlamıştı. Merkez Bankası’ndan sağlam bir faiz artırımı ile… Öyle yarım, bir puan filan da değil. Sonra aynı ay hem Dolar/TL ’nin, hem de Euro/TL ’nin nasıl rekor kırdıkları aklıma geldi. Sene başlarken kırılan Dolar/TL rekoru, sene biterken – 2014 Aralık’ta ayında bir gıdım daha yukarı çıkmıştı.

Hatırladıkça neler neler geldi gözlerimin önüne. Aralık ayında Türkiye’nin G20 Dönem Başkanlığı’nı üstlenmesi… Şubat ayında açıklanan, neredeyse % 10’u zorlayan son 7 senenin en yüksek çekirdek enflasyon oranı… Firmalarımızın yurtdışında yaptıkları ses getiren şirket satın alımları… Sene boyunca devam eden petrol fiyatlarındaki muazzam düşüş… Euro – Dolar paritesinin nereden nereye geldiği… Derecelendirme Kuruluşlarından ardı ardına gelen haberler… Yıla tabir yerindeyse çukurun dibinden başlayıp % 25 getiren BIST endeksi… Banka kartları ve kredi kartları ile ilgili hem tüketiciyi, hem bankaları, hem de kurumları önemli yasal düzenlemeler…

Üstelik bunlar yalnızca buzdağının tepesi.

Nasıl olur da insanlar bunları merak etmez diye hayıflandım. Ama sonra gene Google beni rahatlattı. Bir de tüm dünya genelindeki ilk 10 aramaya baktım. Orada da ekonomi ile ilgili bir şey yok. 10 başlıktan 4 tanesi bizim liste ile aynı. Hatta bir tanesi Flappy Bird. Liste başı rahmetli Robbin Williams. Sadece 2014 Futbol Dünya Kupası değil, bir başka spor organizasyonu olan Sochi Kış Olimpiyatları da ilk 10’da. Tabii ki Malezya Havayolları da var. Hızımı alamadım, önde gelen ekonomilere; ABD’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye baktım. Durum aynı. Kim bilir, belki de ben bu sıralamaya gereksiz bir anlam yüklemiştim. Ama sonra farklı bir perspektiften baktım:

  •  Sırf Brezilya hükümetinin Dünya Kupası için yaptığı harcama 14 Milyar Dolar. Bu gelmiş geçmiş en okkalı kupa bütçesi. FIFA’nın harcadığı tutarın ise 2 Milyar Dolar olduğu tahmin ediliyor.
  •  ALS Ice Bucket Challenge kapsamında 2014 yılında toplanan bağış 220 Milyon Doları aştı. Buna özel derneklerin ayrıca yürüttüğü kampanyalar dahil.
  • Oyunu piyasadan çekmiş olsa da, Flappy Bird’ün yaratıcısı Dong Nguyen’in halen günde 50.000 Dolar kazandığını konuşuluyor.
  • Seçimin ve sonuçlarının ekonomiye olan etkilerini ise söylemeye bile gerek yok.

Demek ki doğrudan ekonomi ile ilgili bir başlık olmasa da, her şeyin bir ekonomik boyutu var ve popüler başlıklar söz konusu olduğunda, bu boyut da bir hayli büyüyor. O yüzden artık bir endişem kalmadı dünyada ve ülkemizde kimse ekonomideki gelişmeleri merak etmiyor mu diye.