Yayınlandığı Yer: PERYÖN PY DERGİ
Son dönemde COVID-19 ve çalışma hayatı ile ilgili çok fazla şey yazdık, çizdik. Okuduk, tartıştık. Tüm bu paylaştıklarımız ilk bir iki haftayı geride bıraktıktan sonra zihnimde cevaplardan çok, bazı soru işaretleri bıraktı. Bu sorulardan en ön plana çıkan ise şu oldu: “COVID-19 çalışma hayatı adına, yepyeni bir tarih mi yazacak; yoksa zaten önceden yazılmış bir tarihin sayfalarının sadece çok daha hızlı çevrilmesine mi vesile olacak?” Bu soruya yanıt ararken, belki bir kısmını bizzat kullanmış olduğum, etrafta sürekli denk geldiğim birçok klişe söylemi yeniden ziyaret edip sorgulama fırsatı buldum. Bunlar birer realite mi yoksa tekrarlaya tekrarlaya kendimizi ve birbirimizi inandırdığımız şehir efsaneleri miydi? Ön plana çıkan dört tanesini bu yazımda sizlerle paylaşıyorum. Kararı sizler verin…
Efsane 1: “Türkiye’de Şirketler bir anda COVID-19 ile finansal darboğaza girdiler”
Ülke olarak 2010’lu yılların başlangıcından bugüne, başımıza gelmeyen kalmadı desek abartmış olmayız. Tabii ki yaşanan her zorluk, beraberinde ekonomide krizleri ve durgunlukları da getirdi. 2019 kolay bir sene değildi. Kurlardaki dalgalanmaların yarattığı baskı, enflasyondaki yukarı yönlü kıpırdanma, artan borç yükü, daralan sektörler ve bu süreçte sıkça duymaya başladığımız iflaslar, konkordatolar ve işsizlikteki artış… Dolayısıyla Türkiye için COVID-19 salgının çok öncesinde de özellikle bazı sektörlerde ve kurumlarımızda işler iyi gitmediğinden finansal darboğazlar söz konusu idi. Sebep COVID-19 olur, başka bir şey olur özünde ne fark eder diye düşünebiliriz. Zira varılan sonuç o dört harfli sevimsiz kelime, yani “kriz” olunca bir süre sonra sebebin değil sonucun ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Ve nihayetinde tıpkı daha önceden süre gelen sağlık sorunları, farklı kronik rahatsızlıkları olan kişiler için COVID-19 daha büyük bir riskler yaratmakta ise, içinde bulunduğumuz döneme bazı ekonomik sorunlarla boğuşarak giren şirketler için de benzer bir şekilde riskler daha büyük. Peki COVID-19’un etkisi ne oldu? COVID-19 bir katalizör etkisi yaratarak ekonomide yaşanan mevcut sorunların zor durumdaki şirketler için derinleşmesini, daha önce bu olumsuzluklara fazla maruz kalmamış şirketlere ise bulaşmasını ve alanını genişletmesine sebep oldu. Ne yazık ki burada çalışan kesimin olumsuz etkilenmesi söz konusu. Bu nedenle devlet, şirketler ve çalışanlar el ele vererek bu sorunu çözmeliler. Ezcümle, ne krizlere yabancıyız; ne de onları çözmek adına alınması gereken aksiyonlara.
Efsane 2: “Şirketler COVID-19’u bahane edip, çalışanları ile vedalaşıyorlar”
“Böyle davranan hiçbir firma yoktur” demek çok iddialı olur. Ama daha iddialısı sanırım bu söylemin arkasında durmak olacaktır. Bazı şirketler, özellikle hazırlıksız yakalananlar; yatırımcı baskılarına çok fazla maruz kalanlar; iflas riskini çok yakından hissedenler; işler çok kötü gitmese bile üst yönetimleri / liderleri paniğe kapılanlar; krizin uzayacağı ve derinleşeceğine dair senaryoları daha olası görenler; devlet tarafından yeterince destek alacaklarına inanmayanlar; mevcut işgücü modelleri hızlı ve keskin değişimleri minimum sorunla yapmaya olanak tanıyanlar; maliyet kalemleri içerisinde personel maliyetleri çok ön plana çıkanlar bu dönemde refleks olarak gözlerini işgücü optimizasyonuna çevirmiş olabilirler. Daha birçok farklı kök neden ve tetikleyici sayabiliriz. Ama gerçekte birçok şirket işgücü küçülmesini tercih etmiyor; “dayanabildiğimiz kadar dayanacağız” mottosu ile yola çıkan çok fazla şirket var. Burada çalışanlarına karşı vefa, çalışan deneyimine verilen önem, olası hukuksal anlaşmazlıklar ve yaratacağı yaptırımlardan sakınma, işveren markası olarak sunduğumuz vaatlerin arkasında durma iradesi, toplumsal duyarlılık, işlerin toparlandığı döneme hazır olabilmek, devlet ve çalışanlar ile taşın altına hep birlikte kolektif çözümler üretme istek ve inancı öne çıkan motive edici faktörler. Yani bazı istisnaları dışarıda tutarsak; düşünüldüğü gibi şirketler başka çözüm yolları aramadan bu yönde ilerlemeyi seçmiyorlar. İlk seçeneklerden biri gibi algılanan şey yani işgücünde küçülmeye gitmek, aslında son ve hiç istenmeyen seçenek. COVID-19’un buradaki etkisi, sağlıkla ilgili olması ve bütün dünyayı, dolayısıyla öyle ya da böyle her birimizi yaralaması nedeniyle kolektif bir empatiyi de yaratıyor olmasıdır. Kendi kötüsü ile birlikte kendi iyisini de yaratmıştır.
Efsane 3: “COVID-19 sayesinde uzaktan çalışma ile tanıştık”
Uzaktan – evden çalışma şu anda mecburen büyük bir kesimin iş yapış şekli haline geldi. Bugünkü popülerliği ve gündemde olması kadar olağan bir şey yok. Bu konuyu daha çok konuşacağız ve konuşmalıyız da. Ancak 2020’nin ilk çeyreğine kadar hiç böyle bir şey yokmuş ve ilk kez bunu keşfediyormuşuz gibi konunun ele alınması inanılır gibi değil. Bireysel çalışanları geçiyorum, birçok kurumsal şirkette yıllardır olan ve son zamanlarda epey yaygınlaşmış bir uygulama. Deloitte Türkiye olarak ülkemizde ilk COVID-19 vakasının görüldüğü ilk iki hafta içerisinde gerçekleştirdiğimiz ankette, Türk iş yapış şekilleri ve kültürü ile çok örtüşmüyor dahi olsa; ülkemizdeki şirketlerin bile dörtte birinde salgın öncesinde zaten evden çalışma uygulamalarının hayata geçirilmiş olduğunu gördük. Skype 2003, Zoom ve Slack 2013, Microsoft Teams ise 2017’de ilk kez piyasaya sürüldüler. Tabii ki kullanıcı sayıları son dönemde dramatik şekilde arttı ama bunlar ve benzerleri uzun süredir zaten uzaktan çalışma adına yararlandığımız platformlar. 2008 yılında A(H1N1) (halk arasındaki yaygın adıyla “Domuz Gribi”) ortaya çıkınca, onun bir pandemi haline gelme ihtimalinin nasıl sonuçlara yol açabileceğini yazmıştım. Neyse ki o dönem öngördüklerim iş yüksek derecede ölümcül ve sürekliliği olan bir küresel salgın boyutuna ulaşmadığı için gerçekleşmedi ancak şu an, o makalemde yazdığım her şey gerçekleşiyor. Yaklaşık 12 sene kadar önce yazdığım yazıda aynen şöyle bir cümle geçiyor: “Ayrıca “evden çalışma” yaklaşımı ile genel ve idari giderler bir miktar azalabilir.” Demek ki aslında çok uzun süredir burnumuzun ucunda olan bir şeyi gerçek anlamda yeni fark ediyoruz.
Efsane 4: “COVID-19 sonucu, bizleri Yeni Normal bekliyor”
Tüm COVID-19 şehir efsaneleri arasında en sevdiğimi sona sakladım: “Yeni Normal”. Yanlış anlaşılmasın… Burada “Yeni Normal” diye bir şey yok, bunu neden konuşuyoruz diye sorgulamıyorum. Yapılan işin kendisi, içeriği, yapılış şekli değişecek. Meslekler, kariyerler, beklentiler, yetkinlikler değişecek. İşin nerede, hangi ortamda yapıldığı değişecek. İşin kimler tarafından yapıldığı değişecek. Yukarıdaki cümledeki “değişecek” kelimesi yerine; onu gördüğümüz her yere “değişiyor ve değişmeye hızla devam edecek” şeklinde yazarsak bu cümlenin sonuna kadar arkasındayım. Öte yandan mevcut haliyle bırakırsak, yani COVID-19 sayesinde bu değişim başlıyormuş şeklinde bir algı oluşturursak, hiç de doğru bir şey yapmamış oluruz. Deloitte Küresel İnsan Kaynakları Raporunu yakından takip edenler çok iyi bilirler: 10 yıldır tutarlı bir şekilde “İşin Geleceği” kavramından, bunun çalışma hayatımızı nasıl değiştireceğini anlatmaktayız. Hatta iyi ve yenilikçi uygulamalarla ilgili sürekli hayata geçirilmiş örnekler paylaşmaktayız. Otomasyon ve dijitalleşmeden, uzaktan ve esnek çalışmadan, alternatif işgücü modellerinden bahsetmekteyiz. Bunların bilim-kurgu filmlerinden alıntı olmadığını, insan ve teknolojinin uyum içerisinde sonuçlar üreteceği hibrid bir iş yapış şeklinin çalışma hayatını domine edeceği bir döneme doğru nasıl ilerlediğimizi ortaya koymaktayız. Kuşakların, alışkanlıkların nasıl değiştiğine; şirketlerin kanal stratejilerinde online’a nasıl yoğun yatırım yaptıklarına dikkat çekmekteyiz. O yüzden belki de farkına varmamız gereken gerçek, “Yeni Normal”in o kadar da yeni olmadığıdır. “Yeni Normal”e doğru gitmiyoruz, zaten içindeyiz; onu yaşıyoruz. Peki COVID-19 burada nasıl bir rol oynar? Hiç mi etkisi yok? Ona da hakkını teslim etmek lazım… Bu süreci yaygınlaştırıyor, ivme kazandırıyor, toplumsal farkındalığı arttırıyor ve bu noktadan sonra bu farkındalığı kaybetmemiz kolay gözükmüyor.
Son Söz
Kütüphanemde National Geographic’in 2012 basımı “100 Greatest Mysteries Revealed” isimli özel bir basımı var. Kendi kriterlerine göre ve aslında merkez olarak popüler kültürü alarak dünyadaki 100 büyük gizemle ilgili bir çalışma yapmışlar. İçinde Mısır piramitlerinin nasıl inşa edildiğinden, Piri Reis’in meşhur haritasını nasıl çizdiğine, denizanalarının ölümsüz olup olmadığından; Stockholm sendromunun neden yaşandığına dair farklı farklı başlıkları ele almışlar. Açıkçası beni öyle aşırı heyecanlandıran bir yayın olmadığını söylemeliyim. Evde geçirmeye alıştığımız bir haftasonu kitaplarımı düzenlerken şöyle tekrar bir göz atıyordum. Sayfa 75 dikkatimi çekti. 100 “esrarengiz” konu arasında 61 numaranın başlığı şu: “Bir dahaki büyük salgı nerede başlayacak?”. Tabi hemen okudum. Öyle uzun uzun değil, yarım sayfa ve çok büyük fontla yazılmış bir yazı. Yarısı geçmişteki salgınlardan bahsediyor. Kalan yarısı ise özetle şunları söylüyor: 1) Bir dahaki pandemi, tıpkı AIDS veya SARS gibi RNA tipi virüs ile tetiklenecek. 2) Kolay mutasyona uğrayacak ve hayvanlardan insanlara geçecek. 3) Büyük olasılıkla büyük kalabalıkların evcil ve vahşi hayvanlarla iç içe yaşadığı Asya veya Afrika’da ortaya çıkacak. Sonrasında da özellikle havayolu ve denizyolu ulaşımı ile hızla dünyaya yayılacak. Görüyorsunuz ya… Gerçek tam gözümüzün önünde tüm berraklığı ile dursa bile efsaneler her zaman daha çok ilgimizi çekiyor.
Leave a Reply