Archive | October, 2017

Komşum sana söylüyorum, ülkem sen anla

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

“Paranın varlığı mutluluğun garantisi değildir, ancak yokluğu mutsuzluğun garantisidir” şeklinde bir deyiş vardır. Bunu spor endüstrisine “Para başarının garantisi değildir, ancak parasızlık başarısızlığın garantisidir” diye uyarlayabiliriz belki. Yunan futbolu ister milli takım düzeyinde olsun; ister kulüpler bazında olsun, bu savı adeta yalanlarcasına belli bir başarı çıtası etrafında istikrar ile hareket ediyordu. Taa ki yakın zamana kadar…

Neydim değil…

Önce komşunun üç büyüklerinden 90 senelik maziye sahip AEK, yönetsel hatalar ve finansal darboğazlar sonucu 2012-13 sezonunda ligden düştüğünde üzülmüştüm. Ne de olsa Atina’daki İstanbulluların takımıdır AEK. Sonra da geçen senenin sonlarında okuduğum bir habere biraz şaşırmıştım: İkinci lig karşılaşmaları elverişsiz ekonomik sebeplerden dolayı süresiz ertelenmişti. AEK en dramatik olan ve en fazla bilinen hikaye ama zor durumda olan tek kulüp o değil. Yunanistan Süper Ligindeki takımların bütçelerinde yaptıkları kısıtlamalar inanılmaz. Neredeyse tüm takımlar kalburüstü oyuncularını kaybettiler. Yerli yetenekler de, yabancı yıldızlar da ücretlerin daha tatminkar olduğu Avrupa’daki diğer liglerin yolunu tuttular. Emin olun, eğer futbolcuysanız Yunanistan ligi kariyer yapmak için en ideal yer değil. Hem ligin kendisi tatsız tuzsuz bir hal aldı; hem de Yunan takımlarının 2000’li yılların başında kayda değer başarılar elde ettikleri Avrupa kupalarında, o yılları mumla arar oldular. Bir zamanlar banko 2 takımlarının gittiği, bazen 3 takım ile zorladıkları şampiyonlar ligine seneye Yunanistan Süper Ligi Şampiyonu ön eleme oynayarak katılmak durumunda.

Ülke ekonomisinde futbolu konumlandırabilmek adına biraz rakam da paylaşayım: Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, ana gelir kalemleri açısından bakıldığında sadece Yunanistan Süper Ligi bile 180 milyon Euro’luk bir büyüklük yaratıyor. Bunu tüm ekosistem bakış açısıyla değerlendirirsek çıkan resim çok daha dikkat çekici: 2.1 milyar Euro. Tahminlere göre bunun dörtte biri öyle ya da böyle, devletin kasasına giriyor. Üstelik toplamda 40.000 kişilik bir istihdam yaratılıyor. 11 milyon nüfuslu ve işsizliğin tavan yaptığı bir ülke için hiç de yabana atılacak sayılar değil… Peki, bu sürdürülebilir bir durum mu? Açıkçası statlardaki 5.000 kişilik seyirci ortalaması ve sponsorların kendi finansal problemlerine odaklanmaları başta olmak üzere birçok faktörden ötürü iyimser olmak en azından yakın vadede biraz zor.

Ne olacağım demeli

Kulüp takımlarına dokunduk. Gelin isterseniz biraz da milli takımı mercek altına alalım. 2004 yılında yani krizden yalnızca 4 sene önce Avrupa Şampiyonu olmuş, üst düzey turnuvalara neredeyse banko katılan bir takım vardı eskiden. Bu seneye kadar da böyle devam etti. Gerçekten, gene de çok iyi idare etti vaziyeti komşumuz. Lejyonerleri gene en üst performanslarını sergilemeye çalıştılar ülkeleri için mücadele ederken. Hatta birçok kritere göre 2008 sonrası dönemde Türkiye’den çok daha başarılılar. Euro 2012’de çeyrek final görmek, 2014 Dünya Kupası’na katılabilmiş olmak, yani daha ne olsun ki? Ama maçların yarısının tamamlandığı 2016 Avrupa Şampiyonası Elemelerinde, hem de kolay sayılabilecek bir grupta şu anda 5 maç sonrası 2 puanla sondan ikinci iseniz, bu artık bir şeyler değişti demektir. Vaziyet odur ki; eğer böyle giderse Euro’dan çıkar mı derken, belki de Yunanistan Euro 2016’dan çıkacak…

Türkiye için dersler

Diğer bir tarafta Türkiye örneği var: 2008 küresel krizi sonrası bile tek sene hariç büyümeye devam eden, Avrupa’nın 6. büyük ekonomisi olan… Bir de Türk futbolu var: 2008 yılındaki Avrupa 3.lüğü sonrası; kulüplerimizin Avrupa Kupalarındaki bazı münferit başarıları dışında geçmişini özlemle arayan. Avrupa Şampiyonası Elemelerinde tünelin ucundaki ışığı görmek için işini mucizelere bırakan. Ve hepsinden ötesi, tüm bunlar olurken de futbola çok ciddi yatırımlar yapan… Statlardan, starlara birçok alanda her yıl milyonlarca dolar harcayan… Toplumda sportif başarı adına büyük beklentilerin oluştuğu bir Türkiye… Aslında konu gayet basit: ROI – Yani yatırımın geri dönüşü. Futbol bir endüstri diyoruz, kulüpler halka açılsın diyoruz, milli takım sponsorlukları diyoruz… Diyor, diyor ve tabii ki başarı hedefliyoruz.

Nasıl başlamıştım yazıma? Bir deyimi biraz değiştirerek… Bitirirken de aynısını yapayım bari: “Komşum sana söylüyorum, ülkem sen anla”.

Arap Baharı sonrası ekonomiler bahar nezlesi mi?

25 Oct

Yayınlandığı Yer: BLOOMBERG HABERTÜRK

Arap Baharı başlayalı dört seneden fazla zaman geçti. Üzerine çok yazıldı çizildi ve tabii ki ekonomik etkileri hakkında da epey yorum yapıldı. Gerçekten de neredeyse 20 ülkeye dokunan bu siyasi ve sosyal çalkantının ülkelere nasıl bir etkisi oldu? Bunu anlamak için 15 ülkeyi bir mercek altına aldım.

İlk baktığım şey, 2010 sonrasında o ülkelerdeki siyasi-sosyal değişimin ne derece radikal seviyede olduğu. Eğer iç savaş veya bir ölçüde rejim/hükümet değişikliği söz konusu ise bunu en üst seviye olarak kabul edebiliriz. Bazı ülkelerdeki değişim ise yoğun protestolarla atlatıldı ve son olarak da sınırlı etkiye maruz kalan ülkeler var. İkinci incelediğim nokta 2010-13 yılları arasında GSMH açısından nereye geldikleri. Dünya sıralamasında gerileyen, yerinde sayanlar ve sıçrama yapanlar. Tabii ki bu ilk iki kriter arasında bir bağ olup olmadığını merak ediyordum. Ve nihai olarak da Petrol ve Doğalgaz rezervleri açısından gene dünya sıralamasındaki konumlarını analize dahil ettim. Bunu da neden işin içine kattığımı birazdan açıklayacağım.

Genelleme yapmanın oldukça zor olduğu bir resimle karşı karşıyayız. Çünkü her ülkenin kendine ait dinamikleri var. Ama en azından değişimlerin radikal olduğu ülkelerin çoğunda şunu görüyoruz: GSMH liginde öyle çok fazla basamak olmasa da; ya daha arka sıralara düşmüşler, ya da yerlerinde saymışlar.

En fazla gerileyen de tahmin edin kim? Her şeyin başladığı yer olan Tunus. Özellikle enerji kaynakları (petrol ve doğalgaz) açısından ilk sıralarda yer almayan ülkeler daha fazla etkilenmiş durumdalar. Burada birkaç istisnaya dikkat çekmek istiyorum. İlki Kuveyt. Doğal kaynaklar açısından oldukça zengin bir ülke olsa da 3 senede beş basamak gerilemiş durumda. Üstelik bu tabloda GCC ülkeleri arasında böyle bir durum sadece bu ülke için geçerli. Körfez ülkeleri arasında yabancı yatırımcılar açısından göreceli olarak daha az cazip. Buna sebep olarak da bürokratik işlemlerin zorluğu gösteriliyor. Ayrıca ulaştırma ve nakliye altyapısı alanında bölgedeki diğer ülkelere göre daha az yatırım yapılması bir diğer etken. İşgücü piyasasının kendine has dinamikleri ve karşılaşılan zorluklar da ülkeyi rekabet liginde zorluyor. Bunun tam tersi örnekler ise Bahreyn ve Umman. Onlar da siyasi otorite sarsıntıları yaşadılar ancak tam tersi şekilde basamakları yukarı doğru tırmanıyorlar. Hem de doğalgaz ve petrol rezervleri diğer ülkeler ile mukayese edildiğinde öyle kayda değer düzeyde değil.

Bu farklılıkların bir sebebi karmaşanın süresi olabilir. Mesela Kuveyt’te taşların yerine oturması 2 sene sürdü. Umman’da ise bu süre sadece 5 ay kadardı. Umman’ın bu performansına dair yabancı yatırımcılar tarafından daha geç keşfedilmesi, önemli altyapı yatırımları, petrol üretimi dışındaki sektörlere de odaklanmış olması gösterilebilir.

Bir de daha şanslı bir grup var: Suudi Arabistan, BAE ve Katar üçlüsü. GSMH’leri tırmanışta. Çünkü hem bu değişim rüzgarından asgari düzeyde etkilendiler; hem de OPEC ülkeleri arasında bile özel konuma sahipler. Bu ülkeler petrol ve doğalgaz zengini. Ve son olarak da komşumuz Irak’a ve 15 basamaklık sıçramasına değinmek istiyorum. Ülkedeki iç savaşa, hem de öyle Arap Baharı ile başlayan değil, yıllara sari kaotik ortama rağmen böyle bir büyüme söz konusu ise temel sebep tabii ki doğal kaynaklar. Bu 15 ülke arasında, toplam petrol artı doğalgaz kaynakları açısından daha fazla rezerve sahip sadece bir ülke var: O da Suudi Arabistan. Demek ki kaynak bolsa, büyüme o kadar zor değil. 2014 yılına damgasını vuran düşen petrol fiyatları sonrası resmin nasıl değişeceğini ise hep birlikte göreceğiz.

EZBERİ BOZMA VAKTİ: DEĞER ODAKLI BAKIŞ AÇISIYLA İŞ MODELLERİ

25 Oct

Bilim ve teknolojideki ilerleme, tüketicilerin davranışları, yasal düzenlemeler, yatırımcıların odakları oyunun kurallarını sürekli yeniden şekillendiriyor. Bunun sonucu olarak her gün yeni bir iş modeli ile karşılaşıyoruz, bu da kanımca gereğinden fazla karmaşa yaratıyor… Bu nedenle iş modellerini sadece dört ana başlık altında inceleyeceğim. Bunu yaparken de, analizimize zaman boyutunu katacağım. Böylelikle iş modellerinin hangisinin, hangi dönemde moda olduğunu; hangi gelişmelerin bu değişimleri tetiklediğini de görmüş olacağız. İş modellerini ele alırken referans noktamız ise “Yaratılan Değer”, daha doğrusu değer yaratma yöntemi olacak. Hangi iş modeli, hangi değeri yaratmaya odaklı? “Değer” ile algı piyasalarda ve iş dünyasında nasıl bir evrim geçirdi? Yatırımcıların reaksiyonu neydi? İş modellerindeki değişim ile değer yaratma yöntemindeki değişikliklerin paralel gittiğini göreceğiz.

Dört farklı modelin detaylarına girmeden önce şunu belirtmeliyim ki 1980’lerden itibaren “Maddi Varlıklar” tarafından yaratılan değerler, yerini “Maddi Olmayan Varlıklar” tarafından yaratılan değerlere bıraktı. Bir zamanlar fabrikalar, araziler, arsalar, makinalar ve bankadaki finansal varlıklarınızdı değer denilince akla gelen. Ama artık Maddi Olmayan Varlıklar revaçta: insan sermayesi, entelektüel sermaye ve network sermayesi gibi… Yatırımcıların yeni gözdesi dijital teknolojiler. Sosyal medya, bulut, büyük veri, “her şeyin interneti”, mobil, iş analitiği vs… Şirketlerin piyasa değerleri ve borsalardaki performansları da zaten bunu gayet açık bir şekilde doğrular nitelikte. Peki, nedir bu meşhur dört kategori?

1.       Varlık İnşaa Edenler:

Bu şirketler yarattıkları, geliştirdikleri ve kiraladıkları fiziksel varlıklar sayesinde başka fiziksel varlıklar üretip, pazarlar, dağıtır ve satarlar. Otomotiv, makine, ilaç, kimyasal madde üreticileri; perakende zincirleri, dağıtım ve lojistik firmaları akla ilk gelen örnekler.

2.       Hizmet Sağlayıcılar:

Bu firmalar, belirledikleri saatlik ücretlerini müşterilerine yansıttıkları çalışanları bünyelerinde barındırırlar. Örneğin bankalar, sigorta kuruluşları ve diğer finansal kurumlar, hukuk firmaları, danışmanlık şirketleri gibi…

 

3.       Teknoloji Yaratanlar:

Bu gruptaki firmalar yazılım, iş analitiği, ilaç, bioteknoloji gibi alanlarda geliştirdikleri entelektüel varlıklar kanalıyla gelir elde ederler. Bilgi teknolojileri, büyük veri ticareti yapan ve tıbbi cihaz firmalarını örnek olarak verebiliriz.

4.       Network Yöneticileri:

Bu kurumlar paydaşların bir araya gelip değer yarattıkları bir network (ağ) ortamı hazırlayan şirketler. Mal / hizmet satabilir, ilişki geliştirebilir, görüş bildirebilir, tavsiye / deneyim paylaşabilir, işbirliği yapabilir, birlikte iş geliştirebilir. Mesela kredi kartı şirketleri, sosyal medya şirketleri, borsalar…

 

Burada modellerin arasında farkı yaratan ana unsur, kuşkusuz kullanılan teknolojiler… Teknoloji hayatımıza gerçek anlamda 18. yüzyılın ortasında başlayan “Sanayi Devrimi” ile girdi ve insanlığın iki asır boyunca “Sanayi Toplumu” olarak hayatına devam etmesini sağladı. İşte bu dönemde önce bugün anladığımız ölçekten çok ama çok daha küçük şirketler kuruldular ve değeri “Varlık İnşaa Edenler” olarak yarattılar. Zaman içerisinde hem şirketler devasa boyutlara ulaştılar, hem de varlıkları. 1970’ler geldiğinde ise artık şirketler için hizmet üretebilmek de önem kazanmıştı. Firmalar ürünlerini hizmetler ile tamamlamaya başladılar. Zamanla sattıkları tek şey hizmetin kendisi olmaya başladı. Aslında hizmetler, ticari hayatta yeni keşfedilmiş değildi; ancak hiç bu kadar popüler de olmamıştı. Hizmet Toplumuna geçiş demek, “Hizmet Sağlayıcılar”ın devrinin başladığının habercisiydi. Bu, aynı zamanda iş gücü piyasasında mavi yaka – beyaz yaka dengesinde de önemli değişikliklere yol açacak bir gelişmeydi. Hizmet Sağlayıcılar yatırımcıların tahtında çok fazla kalamadılar zira 1990’larla birlikte bilgi devrimi yaşandı ve oyunun kuralları yeniden çizildi. Özellikle internet, kişisel bilgisayar ve cep telefonunun hayatımıza girişi ile hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı. Bilgi Toplumuna geçiş ile birlikte sahneye “Teknoloji Yaratanlar” çıktı. Mobil ve dijital uygulamaların artan önemi bir yandan bu firmaları desteklemeye devam ederken, bir yandan da değeri farklı şekilde yaratan firmaların doğmasına olanak sağladı: “Network Yöneticileri”. Milenyum sonrası artık podyumda bu şirketler var. Dikkat çeken bir husus, dört model arasında EBIT Çarpanı, ROCE, ROA gibi verimlilik ve karlılık odaklı finansal oranları ele aldığımızda her modelin kendinden öncekilere göre günümüze yaklaştıkça artan bir performans yakaladığına ilişkin veriler. Gelir çarpanı açısından bakıldığında resim iyice netleşiyor. Oranlar şöyle: Varlık İnşaa Edenler: 1 / Hizmet Sağlayıcılar: 2 / Teknoloji Yaratanlar: 4 / Network Yöneticileri: 8. Değişen teknolojiler, değişen iş modelleri ve değişen karlılıklar… Yatırımcılar da bunun ziyadesiyle farkında. Şirketlerin piyasa değerlerine de bu yansıyor. Değer yaratmada artık maddi varlıklar değil, maddi olmayan varlıklar ön plana çıkıyor. Tabii ki bu yerleşik bir inancı da derinden sarsıyor. Şirketler bu sebeple yatırım portföylerinin dengesini sürekli gözden geçirip, gerekli gördüklerinde yeniden yapılandırıyorlar. Sermayelerini ölçeklenebilir ve genişleyebilir bir entelektüel varlık oluşturmaya ve değer yaratacak müşteri, ticari ve finansal ağları inşaa etmeye ayırıyorlar. Peki, birden fazla iş modelini benimseyen ve dengeli bir oranda olmasa bile aynı anda uygulayan şirketler var mı? Çok farklı sektörlerde faaliyet gösteren holdingleri bir kenara koyarsak aslında pek de böyle bir tablo ile karşılaşmıyoruz. Genelde çoğunluk tek bir iş modeline odaklanmış durumda. Ya da en azından çok büyük ölçüde tek modele bağlılar.

İş modelinde bu tarz radikal dönüşümlerin çok da kolay olduğunu söyleyemeyiz. Sadece trendleri ve teknolojiyi sıkı takip etmek, vizyon sahibi olmak kendi başlarına yeterli değil. En başta yapılması gereken zihinsel olarak bu dönüşümü yapabilmek, değişime gerçekten açık olmak. Bu noktada da işin başındaki liderlere büyük iş düşüyor. Özellikle aile şirketlerinde inandığımız doğrular, o zamana kadar bizi başarılı kılmış uygulamalar bazen birer engel olarak karşımıza çıkabiliyor. Bunda yetişme koşullarımız ve hangi kuşağa ait olduğumuz da bence önemli bir rol oynuyor.

 

Örneğin sanayi devriminin mirası ile yetişmiş olan “Baby Boomers” kuşağı, doğal olarak “Varlık İnşaa Eden” iş modelini benimsemişti. Hatta X Kuşağının kayda değer bir kısmı için de bunu söylememiz mümkün. X Kuşağının en ilginç özelliği ise ele aldığımız dört farklı iş modeline de deneyimlemiş olmaları. Günümüzde Baby Boomers’ın iş hayatındaki ağırlığı artık azaldı. Y kuşağı deseniz, oyuna yeni dahil oldu. Z kuşağı ise halen okul sıralarında dirsek çürütüyor. Yöneticilik ve girişimcilik yaşının da gittikçe küçülmesi sebebiyle X kuşağı şu anda kurumsal dünyaya ciddi ölçüde yön veriyor. Özellikle genç yöneticiler “Network Yöneticileri” iş modeline daha sıcak bakıyorlar. Müşterileri, tedarikçileri, taşeronları, iş ortaklarını bir arada yaratmaya, üretmeye, yönetmeye ve kazanmaya teşvik eden sosyal ve ticari ağları kurmaya odaklanıyorlar. Kuşakların hangi iş modelini seçeceğini değeri neyin yarattığı inanç belirliyor. Bazen resim daha da karmaşıklaşıyor. Özellikle üç kuşağın bir arada olduğu aile şirketlerinde fiziki varlıklara yatırım iştahı yüksek 1. kuşak, hizmet ve teknolojiyi bir arada harmanlayan 2. kuşak ve teknolojik dönüşümü dijitalleşme ile taçlandıran 3. kuşak bir arada çalışıyorlar.

Sonuçta kaynaklar sınırsız değil. Değer nerede yaratılacak ise, sermaye de oraya kanalize olmalı. Ancak bu kararlar öyle yazıldığı gibi kolay alınan kararlar değil. Her ne kadar kültürel ve teknolojik dönüşümler son dönemde yoğun bir şekilde yaşanmış olsa da, risk ve getiri eksenindeki alışılagelmiş davranış eğilimleri ya da değişime olan aşırı iştah, iş modeli değişikliğinde irrasyonel hareketlere sebep olabiliyor. Burada düşülen en büyük tuzak, performansı eski metotlarla ölçmeye devam etmek. Çünkü artık yaratılan değeri salt finansal veriler ile ölçüp yorumlamak yeterli olamıyor. Doğru ölçmediğimiz bir şey hakkında doğru karar almak da çok olası değil. Yatırımcı ilişkileri ekseninde bakarsak, iş modeli dolayısıyla değer yaratma yöntemi değiştikçe; şirketlerin değeri nasıl ölçtükleri, yönettikleri ve de bunu kurumun dışında nasıl anlattıkları da değişiyor. Bu özellikle dijital eşiğin ötesine geçen firmalarda karşımıza çıkıyor. Büyük veri ile beslenen bambaşka performans göstergeleri, yepyeni bir dil devreye giriyor. Evet… zaman Network Yaratıcılarının zamanı. Tüm çabaları farklı bir bilgi üretmek ve menfaat sahiplerini bu bilgi ağının birer parçası haline getirmek. Minimum sermaye ile yenilikçiliğe dayalı maksimum getiriyi başkalarının ilişkileri, fonları ve bilgisini devreye sokarak yaratma sanatını icra etmek… Peki sizin iş modeliniz hangisi?

BİLİNEN VE BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE CFO

25 Oct

Geçtiğimiz Şubat ayında, Deloitte olarak her sene 150’den fazla CFO’yu Türkiye’nin önde gelen kurumlarında yeni pozisyonlarına yerleştiren sekiz Üst Düzey Yönetici Araştırma şirketi ile görüştük ve ‘Kariyer Dünyasında CFO’nun Yeri’ isimli araştırma yayınladık. Bu kapsamlı çalışmanın önemi ve diğer araştırmalardan farkı, ülkemizde paraya yön veren ve ekonomiye bizzat etkileri olan CFO’ların kendi kariyer yollarını nasıl çizdiklerini daha iyi kavrayabilmek adına, onlarla bu konuda birlikte mesai harcayan uzmanların bilgi ve görüşlerine başvurmuş olmamızdı. Strategy Dergisinin yeni sayısındaki Deloitte Köşesi’nde bu araştırmamızın sonuçlarına yer verirken, tamamlayıcı olması açısından CFO’ların içlerinde yaşadıkları iklimi daha iyi hissedebilmemizi sağlayacak bir makaleyi sizlerle paylaşmak istedim.

CFO’luk gerçekten de zor bir meslek. Çünkü CFO’lar ne kadar sosyal olurlarsa olsunlar (ki büyük çoğunluğu bu yapıda kişiler), üstlendikleri görevler ve omuzlarında taşıdıkları sorumluluklar nedeniyle özünde yalnız insanlar. Bizzat içerisine dahil oldukları bir konuda bile yeri geldiğinde geri çekilmesini bilip büyük resme kuş bakışı yaklaşmak zorunda kalıyorlar. Bazen finansçı kimliklerinden daha çok business perspektifleri daha ön plana çıkıyor. İnsanlar “hayır” yanıtından pek hoşlanmazlar ancak onlar şirketin menfaati için sık sık hayır kelimesini kullanabiliyorlar. Üstelik bu şirket ortağı, genel müdür ve diğer üst yönetim kademelerine verilen bir hayır yanıtı ise süreci yönetmek çok daha karmaşık bir hal alabiliyor. Öte yandan adeta ortadan bölünmüş bir hayat yaşıyorlar. Bir yandan fırsatlara, diğer yandan da risklere dengeli bir şekilde odaklanmak ve burada ölçüyü kaçırmamak için gayret gösteriyorlar. Gelir nasıl artabilir, gider nasıl kısılabilir? Her daim bir havuz problemi içinde yaşıyorlar. Çok iyi biliyorlar ki; yeri geldiğinde evet de diyebilmeliler, hatta bu diğer herkesin hayır dediği bir soruya bile olabilir. Böylesine kritik bir rolden çıkarım yaparak her başarı veya başarısızlığı salt onlara mal etmek tabii ki doğru ve akılcı olmaz ancak bir şirketin alınyazısına olan etkilerinin ne derece büyük olduğu da yadsınmaz bir gerçek. Neredeyse tüm CFO’lar şirketlerinde ayrıca İcra Kurulu Üyesi olarak görev yapıyorlar, kritik kararların sürekli içerisindeler. Bunun tüm C-seviye yöneticiler için geçerli olan bir durum olmadığını özellikle belirtmek isterim. Ayrıca Yönetim Kurulu ve bünyesinde şekillenmiş Komite ve Kurulların en önemli destekçileri arasında yer alıyorlar. Öyle ki, özellikle son dönemlerde CFO’ları bizzat seçen ve atayan Yönetim Kurulunun zaten kendisi. Komite ve kurullara biraz daha detay eğilmek gerekirse İç Denetim Komiteleri ve Risk Komiteleri ile sürekli iletişim halindeler. Eğer bir şirket değil de gruptan bahsediyor isek; iştiraklerde ve diğer grup şirketlerinde Yönetim Kurulu Üyelikleri yapıyorlar. Yatırımcı İlişkilerini ya CFO’lar kendileri yürütüyorlar (daha sık rastladığımız model bu), ya da bu süreçte kilit bir rol oynuyorlar. Artık birçok CFO sadece Mali İşler süreçlerinden sorumlu değil. Farklı destek fonksiyonları, hatta bazı durumlarda tümü CFO’ya bağlanabiliyor. Ancak böyle durumlarda bunun bir nevi COO’luk türevi bir unvana dönüştüğünü, hatta Kurumsal Hizmetlerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı gibi bu geniş sorumluluk alanını daha iyi tarifleyen unvanların yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Belki de bunun doğal bir sonucu olarak, günümüzde gittikçe daha fazla sayıda CEO ve Genel Müdür, CFO’lar arasından çıkıyor.

Uluslararasılaşma, büyüme, kriz yönetimi, halka arz, tahvil ihracı, satın alma-birleşme-bölünme işlemleri, kurumsallaşma, kanun ve regülasyon değişiklikleri, yatırımcı bulma, stratejik iş ortaklığı girişimleri, fabrika – ofis – makine parkı gibi büyük yatırımlar, yeni iş kollarına girme, iş modeli değişikliği, teknoloji ve sistem dönüşümü, dijitalleşme, kurumsal yönetim gibi birçok stratejik konuda CFO’lar aktif bir şekilde süreçte yer alıyor, katkı sağlıyorlar. Son dönemlerde bilhassa girişim sermayeleri ve fonların dünya ekonomisindeki artan etkinliği neticesinde, CFO’lar bu kurumlar tarafından bir nevi iştirak edilen şirketlerde yatırımlarının teminatı, şirket varlıkların sigortası olarak konumlandırılıyorlar. CFO’lar sadece bu yönleriyle de anılmamalılar. Liderlik adına, iletişim adına, değişim yönetimi adına şirketlerinde örnek olacak adımlar atıyorlar. Yani bilindik yönetici-amir kalıplarının tamamen dışında, son derece yenilikçi profillere sahipler. Bu özellikleri nedeniyle, şirketin üst düzey temsili söz konusu olduğunda, önemli roller üstleniyorlar. Tüm bu çizdiğimiz resim, bu mesleğin ve unvanın içinin ne kadar dolu ve renkli olduğunu gösteriyor. Bu rengin herkes farkına varmış olacak ki; sürekli birileri onların kollarından çekiştiriyor. Üniversitelerde, panellerde, forumlarda, mesleki grup ve oluşumlarda, yazılı, görsel ve sosyal medyada CFO’lar sürekli göz önündeler. Özellikle gençler iş hayatlarının başlarındayken ileride böyle bir pozisyonun hayalini kuruyorlar. Finans alanında üst düzey yöneticiliğe uzanacak bir kariyer cazibesini ve popülaritesini asla kaybetmiyor.

Ancak başarı kolay elde edilmiyor. Günümüzde özellikle belli bir hacme gelmiş ve halka açık şirketlerde yeni bir CFO atandığında veya bir yatırımcı sermaye koyduğu şirkete bir CFO getirdiğinde bir an önce net sonuçlar, somut kazanımlar görmek istiyor. Sabır, böyle durumlarda çok da revaçta bir kelime değil. Hatta global araştırmalarımız gösteriyor ki, yeni bir CFO için en zor dönem ilk 180 gün. Öte yandan özellikle döviz kurları açısından piyasalardaki sert ve büyük dalgalanmalar, şirketlerdeki borç yükü, vergi ve gümrük rejimindeki değişiklikler gibi faktörler çoğu zaman ortamı daha çetin bir hale getiriyor. İşte bu nedenle CFO’luk en az 10 senelik bir deneyimin ardından gelinen bir nokta. Ayrıca akademik formasyon açısından da kendilerini çok iyi beslemeleri gerekiyor. Salt yüksek lisans, hatta uluslararası geçerliliği olan sertifikasyonların da ötesinde adımlar atıyorlar. Örneğin bugün Türkiye’den Harvard Business School’daki executive programlara, kapsamlı liderlik eğitimlerine giden CFO sayısı azımsanmayacak düzeyde. Hissedarların içleri rahat olsun, artık ülkemizde çok sayıda donanımlı CFO var ve bu ülkemiz için de büyük bir kazanç…

NEDEN BREXIT KÜRESELLEŞMEDE BİR ÇÖZÜLME ANLAMINA GELMİYOR…

25 Oct

BREXIT kuşkusuz 2016’ının “yıldız” konu başlığı. Öncesinde de, sonrasında da hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Bunun sebebi, Avrupa Birliği’nin üçüncü büyük ekonomisinin topluluktan çıkıyor olmasından öte, ticari ve toplumsal platformda küreselleşme yolculuğunun artık bir gerileme ve çözülme sürecine girdiğine dair yarattığı endişe. Yani konunun merkezinde İngiltere (daha doğru ismi ile Birleşik Krallık) ve AB var gibi gözükse de, mesele tüm dünyayı yakından ilgilendiriyor. Başka AB ülkelerinin aynı yoldan ilerleme olasılığından ve bir zincirleme etkiden bahsediliyor. Serbest ticaretin küresel ekonominin ana motoru olduğu bir gerçek. Ama durum gerçekten de felaket tellallığı yapılacak kadar kötü mü? Gelin resmi bütün yönleriyle inceleyelim…

Madalyonun öteki yüzü…

Öncelikle AB’den ayrılma kararı alan veya bunu masaya yatıracaklarını söyleyen ülkelere odaklanmak yerine AB’ye girmeyi kendileri tercih etmemiş ülkelere bakalım. Yani Norveç ve İsviçre’ye… Bu ülkelerin AB ile birçok yönden ne kadar entegre olduklarını düşünürsek bazı önyargılardan da sıyrılmış oluruz. Mesela Norveç AB üyesi olmasa da, Schengen sisteminin içerisinde yer alıyor. Oysa Birleşik Krallık, Schengen’in bir parçası değil…! Ya da İngiltere’nin AB ile ticaretinin toplam ticareti içerisindeki payını bu iki ülke ile kıyaslayalım. Hangi ülke AB üyesi, hangisi değil gerçekten de insanın kafası karışabilir. Bu nedenle bir ticari ve politik bloğa üyeliği, sıkı ticari ilişkilerin önkoşuluymuş gibi dayatmak yanıltıcı olabilir. Ekonomik büyüklük açısından kıyas kabul etmese de, Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde olan ülkeler de olduğunu hatırlamamızda fayda var. Türkiye ile birlikte Sırbistan, Bosna-Hersek aklıma ilk gelenler. Yarın öbür gün Ukrayna için benzer bir senaryo söz konusu olabilir. Konuya AB’den her ülkenin ayrılması gibi bakmak yerine, belki de AB’deki yapılar ve işleyişlerin yeni dünya düzenine göre tekrar gözden geçirilip yeniden şekillendirilmesi gibi bakabiliriz. İleriki dönemlerde öncelikler değiştiğinde reformist bir yaklaşımla bu tarz yeniden yapılanmalar olabilir.

Küreselleşme halen devam eden bir süreç

İkinci dikkat çekmek istediğim konu, gelişmelerin tek yönlü olmadığına ilişkin bazı göstergeler. Hemen birkaç kayda değer örnek paylaşmak istiyorum. İran ile başlayalım. Güneydoğu’daki komşumuz, 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında geçen çeyrek asırlık dönemde; küresel ekonomiye “yeniden” dahil olan en büyük ekonomi. Ya da biraz uzaklara gidelim ve ABD – Küba yakınlaşmasına bakalım. En fazla on sene içerisinde Küba’nın tanınmayacak düzeyde global ekonomi ve toplumla entegre bir hale geleceğini söylesek, çok mu iddialı konuşmuş oluruz? Güneydoğu Asya bölgesinde halen dünyaya kapalı bazı ülkeler var. Onlar da tıpkı Küba gibi bir entegrasyon sürecine girecekler. Ve tabii bir diğer çarpıcı örnek de AB ve ABD arasında süreci ağır ilerliyor olsa da şekillendirilmeye çalışılan Transatlantik Ticaret ve Yatırım İşbirliği (TTIP) Anlaşması. Burada hedef, başta ticaret olmak üzere okyanusun iki yakasını birbirlerine daha da yakınlaştırmak.

Yukarıda verdiğim örnekler rahatlıkla daha da çoğaltılabilir. Küreselleşmeyi sadece Atlantik Okyanusunun iki yakası arasında gerçekleşen bir macera gibi konumlandırmak, belki de içine en sık düşülen tuzakların başında geliyor. Sizler bu makaleyi okurken, dünyada çok ilginç gelişmeler yaşanıyor. Bunların en ilginçlerinden bir tanesi, Çin’in Afrika’ya en fazla yatırım yapan ve aynı zamanda en fazla insani yardım yapan ülke olması. İşte küreselleşmenin boyutları hakkında çarpıcı bir örnek… Üstelik son dönemlerde 20 civarı ülkeyi yakından etkileyen ve halen devam eden bir “Arap Baharı” (ya da belki artık bahar yerinde kış desek daha yerinde olur) gerçeği var. Savaş ve çatışmaların gölgesinde, bu ülkelerin önemli bir kısmı dünyadan kopuk bir hale geldiler. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da taşların yeniden oturması ile onlar da tekrar küresel ekonomiye entegre olacaklar. İşte sırf bu örnekler bile dünya ekonomisindeki entegrasyonun ve küreselleşmenin devam eden ve edecek bir yolculuk olduğuna dair ipuçlarını bize sunmakta.

Çözülmeden ziyade form değiştirme

Bugün AB’den çıkışını masaya yatırdığımız Birleşik Krallık’ta, referandumun tekrarı konuşuluyor. Bu kararın çok az bir marjla verildiği ve bu yönde oy kullananların bir kısmının da fikir değiştirdikleri belirtiliyor. İskoçya’nın bağımsızlık için yeniden bir halk oylamasına gitmesi ve bağımsızlık kararı çıkması durumunda İskoçya’nın kendi başına AB’ye üyeliği; hatta Kuzey İrlanda’nın da benzer bir oylama ile AB üyesi olan İrlanda ile birleşmesi senaryoları gündeme getiriliyor. İngiltere cephesinde ise Commonwealth organizasyonunun güçlendirilmesinden tutun, ABD ile daha sıkı bir ittifaka kadar bir çok farklı seçenek dillendiriliyor. Gördüğünüz üzere “çözülme” o kadar basit ve olası bir seçenek değil. Küresel yapılanmalar için çözülmeden bahsetmek için henüz çok erken. Daha çok “form değiştirme” diyebiliriz.

Peki ya bundan sonra?

Küreselleşmenin üç farklı düzlemde incelenmesi gerektiği ve ülkeler, şirketler ve bireyler için farklı şeyler ifade ettiği bir gerçek. Ayrıca her ülke, her şirket ve her birey için de aynı şeyi ifade etmiyor. Bu yüzden savunucuları olduğu gibi karşıtları da var. Küreselleşmenin doğru bir gelir dağılım modeli işlediği müddetçe sadece gelişen değil, bilhassa gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine ve bu ülke halklarının refah seviyelerine de olumlu yansıdığı düşünülürse dünyadaki bazı ekonomik ve sosyal dengeler açısından önemi daha net anlaşılacaktır. Bundan sonra da tıpkı geçmişte olduğu gibi piyasa kanunları işlemeye devam edecek. Dünyada doğrudan yatırımdan olsun, sıcak paradan olsun faydalanmak isteyen ülkelerin global piyasalardan soyutlanmış, kapalı ekonomiler ile bunu sağlamaları mümkün değil. Hangi pazar cazipse, sermaye ve yatırım oraya akar. Nerede işgücü açığı varsa, insan kaynağı oraya kanalize olur. İşgücünün serbest dolaşımı, ulusal güvenlik ve iç politika endeksli kaygılar ile dönemsel kısıtlamalara maruz kalabilse de; daha uzun vadede ve ortalamada önüne geçilebilecek bir unsur olarak karşımıza çıkmıyor. Büyüyen ancak demografik matematik ile bunu destekleyemeyen ekonomiler, sürekli bir talep yaratıyorlar. Nitelikli iş gücü için de bu geçerli. Beyin göçü ile nitelikli insan kaynağını ve yetenekleri kendine çekmek, halen birçok ülkede stratejik öncelik olarak uygulanıyor. Tüm bunlara ek olarak, şirketlerin böylesine çokuluslu hale geldiği bir ortamda, küreselleşmeyi salt ülkelerin yarattıkları topluluk ve bloklarla tanımlamaya kalkarsak, son derece eksik bir tarif yapmış oluruz.

Her ne olursa olsun, küreselleşmeden geri dönüş söz konusu dahi olamaz. Dönemsel gelgitler, inişler çıkışlar olabilir; o kadar… Dünyanın daha fazla odaklanması gereken konu, ekonomik durgunlukların ve krizlerin önüne geçecek tedbirleri almak ve hayata geçirmek olmalıdır.

AVRUPA CFO ANKETİ 2016 3.ÇEYREK SONUÇLARI

25 Oct

Geleneksel Deloitte Avrupa CFO Anketi: CFO’lar Geleceğe Umutla Bakıyorlar

Her yıl iki kez 17 farklı Avrupa ülkesinden 1.000’den fazla CFO’nun katılımı ile Deloitte Avrupa CFO Anketini gerçekleştirmekteyiz. Bu ankete ülkemizin önde gelen şirketlerinin üst düzey mali işler yöneticileri de büyük ilgi ve katılım gösteriyor. Özellikle ekonominin nabzını tutabilmek adına, CFO’ların görüşlerini almanın son derece önemli olduğuna inanıyorum. Ne de olsa onlar paraya yön veren profesyoneller. Bu makalemde Deloitte Avrupa CFO Anketi 2016 3. Çeyrek Sonuçlarını, Türk CFO’ların ve Avrupalı meslektaşlarının bakış açılarını sizlere aktarmaya çalışacağım.

CFO’ların Temkinli Ama İyimser

2016 1. Çeyrek döneminde gerçekleştirmiş olduğumuz bir önceki anketimizle son CFO anketimiz arasında çok uzun bir zaman dilimi olmasa da, ülke olarak başta 15 Temmuz’daki darbe kalkışması ve güney sınırımızın ötesindeki gelişmeler olmak üzere birçok önemli olay yaşadık. Anketimizi gerçekleştirirken bu gelişmelerin Türk CFO’lar üzerinde nasıl bir etki bırakacağını açıkçası bizler de merak ediyorduk. Sonuçlardan gördüğümüz kadarıyla şirketlerin paralarını emanet ettikleri profesyonellerde bir panik veya karamsarlık havası oluşmuş değil. Bununla birlikte ilk çeyrekteki araştırmamızdaki temkinlilik ve “bekle gör” yaklaşımının devam ettiğini gözlemlemekteyiz.

Araştırmaya göre şirketlerinin genel olarak finansal performanslarının daha iyiye doğru gideceğine inanan CFO’larımızın oranı %34’ten %30’a inmiş durumda. Gelir artışı bekleyenlerin oranı ise 2016’nın ilk çeyreğinde %71 iken, şu anda %68 olarak karşımıza çıkıyor. Global – bölgesel sosyal, ekonomik ve jeopolitik gelişmelere rağmen şirketlerimizin neredeyse dörtte üçünün gelirde büyüme sağlayacağına inanması oldukça pozitif bir tablo ortaya koyuyor. Kar marjının daha iyiye gideceğine inananların oranı ise %54. Bunu destekler şekilde birçok firmamız karlılığı arttırıcı projelere başlamış durumda.

Bunların da ötesinde, anket sonuçlarına göre yatırımlarda veya istihdamda bir daralma öngörülmemesi dikkat çekici. CFO’lar olan biten bir takım olumsuzlukları kısa vadeli görmekteler ve uzun vadede ekonomiye, şirketlerinin performansına güveniyorlar. Örnek vermek gerekirse, yatırımlarının artacağını belirtenler bir önceki ankette olduğu gibi %40 seviyesinde. Bu derece bir yatırım ve büyüme iştahının Türk firmalarının artık genlerine işlemiş olan girişimcilğin doğal sonucu olarak önemli bir gösterge teşkil ettiğini düşünüyorum. Daha da ilginç olan nokta ise, istihdamdaki artış beklentisi. Daha önceki ankette, bu beklentinin oranı %36 ile sınırlıydı. Şimdi ise %46’ya çıkmış durumda. Yani ülkemizdeki şirketlerin neredeyse yarısı, daha fazla çalışana sahip olmayı hedefliyor. Personel azaltımına gitmeyi düşünen şirketlerde ise kayda değer bir artış söz konusu değil. Şirketlerimizin bu yönde ortaya koyacağı irade, ekonomide daralma ve işsizlik gibi risklerin de büyük olmadığını gösteriyor ve bizlere umut veriyor.

Risklere Mesafeli Yaklaşıyoruz

Anketimizle ilgili bir diğer önemli başlık “riskler”. Bu anketi CFO’larımız ile paylaştığımızda Brexit referandumunun üzerinden 3 ay, kalkışmanın üzerinden yaklaşık iki buçuk ay, Suriye’de icra edilen Fırat Kalkanı operasyonu üzerinden ise yalnızca 1 ay kadar zaman geçmişti. Derecelendirme kuruluşlarının Türkiye ile ilgili kararları gündemdeydi ve ABD başkanlık seçimleri henüz sonuçlanmamıştı. İşte böyle bir ortamda gerçekleşen anketimizde, CFO’ların finansal piyasalara ve ekonomiye ilişkin belirsizlikle ilgili fikirlerinin çok fazla olumsuzlaşmadığına tanık olduk. İlk anketimizde %67 gibi bir belirsizlik vardı, tüm bu atmosfere rağmen bu oran %69’a erişerek neredeyse aynı seviyede kaldı. Bunun son derece olağan olduğunu söyleyebilirim. Dünya ve Türkiye olarak herşeyin her yönde çok hızlı değişebildiği özel bir dönemden geçiyoruz. İşte bu noktada belirsizlikleri yok saymak değil, nasıl yöneteceğimize karar vermek; bu yönde stratejiler geliştirip aksiyonlar almak önem kazanıyor. Öte yandan CFO’ların riskle ile ilgili net tavırları devam ediyor. 2016 ilk çeyreğinde daha fazla finansal risk almamak gerektiğini düşünen CFO’ların oranı %94’ü bulmaktaydı. Şu an bu rakamın %86 civarına inmesi risk iştahında bir artışa işaret etse de, gene de CFO’larımızın oldukça temkinli olduklarını söylemeliyiz. Bu oranın aynı kalması, hatta biraz daha artmış olması gibi bir sonuç çıkmış olsaydı, açıkçası bu bizleri fazla şaşırtmazdı.

Ankette Türk CFO’lara en büyük risklerin neler olduğunu sorduğumuzda ilk dört sıradaki konular birinci çeyrek anketimiz ile kıyaslandığında değişmedi: İlk sırada gene jeopolitik riskler var. Onu Türk Lirasındaki değer kaybı riski takip ediyor ve üçüncü sırada da nakit akışında bozulma riski var. Hemen arkalarından ise zayıf iç talep geliyor. Bu dört risk sırf ilk dört sırayı korumakla kalmıyor. Daha önce hepsinin ortalamasını aldığımızda %56 oranında bir risk puanı söz konusu iken, şimdi bu puan %63’e yükselmiş durumda. Aslında risk algısındaki bu istikrarlı ve perçinleyici yanıtlar artık bu konuların riskten de öte, birer realite olarak düşünüldüklerinin bir göstergesi. Nitekim her dördü ilgili CFO’ların ne kadar haklı olduğu anketimizi takip eden iki buçuk aylık zaman zarfında ortaya çıktı. Bizler de şirketlerin bu riskleri yönetmekle ilgili hayata geçirdikleri inisiyatfilere şahit olduk. Stratejik, taktiksel ve operasyonel alanların neredeyse hepsinde bu riskleri nasıl yöneteceklerine dair şirket tepe yönetimleri, CFO’larla işbriliği içerisinde gayet seri adımlar atıyorlar.

Risklerle ilgili en çok gözümüze çarpan yanıtlardan biri, daha birkaç ay öncesine kadar ilk 10 risk kalemi arasında artan iş gücü maliyetlerinin %31’lik puanla beşinci sıradayken, yeni anketimizde sadece %3 puanla dokuzuncu sıraya gerilemiş olması. Bunun başlıca sebebinin asgari ücretteki artışın artık şirketlerin ana gündemdeki yerini kaybetmesi, en azından daha farklı konuların ön plana çıkmaya başlaması. Girdi maliyetleri için aynı şeyi söyleyemiyoruz, halen kayda değer bir risk unsuru olarak listede yer alıyor. Zaten uzun bir süreden sonra emtia fiyatları ve petrol-doğalgaz fiyatlarındaki yukarı seyirli kıpırdanma bu görüşü destekliyor. Dış talepteki azalma ise ilk çeyreğe göre daha küçük bir tehdit unsuru olarak kabul ediliyor. Firmalarımız ihracat açısından önümüzdeki döneme olumlu bakıyorlar.

CFO’lara firmaların stratejik öncelikleri sorulduğunda ise ilk iki sırayı defansif öncelikler alıyor. Tıpkı bir önceki araştırma sonuçlarında olduğu gibi ilk iki sırada maliyetlerin kontrol altına alınması ve maliyet azaltımı geliyor. Bu sayede karlılığı iyileştirebilmek hedefleniyor. Stratejik öncelikler arasında kayda değer bir gelişme, üçüncü çeyrekte verilen yanıtlara göre şirket alımının stratejik bir kalem olarak daha fazla ön plana çıkmaya başladığı. Bunun sebebi, zaten böyle bir niyeti olan firmalar için mevcut ekonomik iklimin elverişli bir ortam sunuyor olması.

Sene başlarken CFO’lar bankalara borçlanma konusunda çekimser bir duruş sergilemekteydi. Kredi kullanmayı cazip bulanların oranı sadece %38 idi. Şu an için bu oran %26’ya kadar düşmüş durumda. Anketi gerçekleştirdiğimiz dönemde TL faizlerde düşüş beklentisi, döviz kurlarındaki yukarı yönlü seyir, firmaların zaten belirli bir ölçüde borçlanmış olmaları, büyüme iştahındaki temkin, piyasaların istikrarı ile düşünceler gibi sebepler nedeniyle borçlanma artık iyice gündemden düşmüş gibi gözüküyor. Bu sadece banka kredileri için geçerli değil. Alternatif finansman kaynağı seçeneklerine de CFO’ların çok sıcak bakmadıkları bir dönemden geçtiğimizi gösteriyor. Sermaye artışına ilişkin katılımcılar tarafından ortaya konulan mesafeli duruş, buna en güzel örneklerden biri. Bakalım bir sonraki CFO anketimizde CFO’lar nasıl yanıtlar verecekler…

İNSAN KAYNAKLARINDA SON TRENDLER – 2017

25 Oct

Yayınlandığı Yer: PERYÖN PY DERGİ

İnsan Kaynakları Trendlerinde Şampiyon Değişmedi

İnsan Kaynakları dünyasının nabzını tutmak, son trendleri takip edebilmek ve şirketlerin iK alanındaki önceliklerini takip edebilmek adına, “Deloitte Küresel İnsan Kaynakları Trendleri Raporu” artık bir klasik… Raporumuzun 2017 sayısında da, olağan şüpheliler ön plana çıkıyor. Yetenekleri bulmak ve elde tutmak; çalışanların sürekli gelişimini sağlamak; doğru liderlik; performansı gerektiği şekilde yönetebilmek; dijitalleşerek evrilen bir İK fonksiyonu; büyük veri ile çağ atlayan İK analitiği… Listenin tepesinde ise “geleceğin organizasyonu” yer alıyor. Bu makalede 140 ülkede, 10 binin üzerinde İK ve iş dünyası profesyonelinin görüşleri alınarak yapılan bu kapsamlı çalışmaya ilişkin göze çarpan bazı noktaları inceleyeğiz. Bunu yaparken de odağımız listenin en tepesinde yer alan ilk beş öncelik olacak.

İnsan Kaynakları Trendleri araştırmasına göre kurumların mevcut ve gelecekteki en önemli önceliği ‘geleceğin organizasyonunu inşa etmek’ olarak öne çıkıyor. Çalışmaya göre Türkiye’deki gündemin diğer iki maddesini doğru yetenekleri kazanmak ve performans yönetimi oluşturuyor. Dijital İK ise kurumlar için en önemli yatırım alanı ancak yetkinlikler yetersiz düzeyde. Globalde şirketlerin diğer öncelikleri sırasıyla geleceğin organizasyonunu inşa etme, çalışan deneyimi ve performans yönetimi yer alıyor. Türkiye özelinde ise, bu sıralamada üçüncü sırayı yetenek kazanımı konusu alırken, kariyer ve öğrenme dördüncü, çalışan deneyimi ise beşinci sırada kendine yer buluyor.

Sıra Öne Çıkan Alanlar (Deloitte Global İK Trendleri Raporu 2017)
1 Geleceğin Organizasyonu
2 Kariyer ve Öğrenme
3 Yetenek
4 Çalışan Deneyimi
5 Performans Yönetimi
6 Liderlik
7 Dijital İK
8 İK Analitiği
9 Çeşitlilik ve Kapsayıcılık
10 Güçlendirilmiş İş Gücü

 

1-Geleceğin Organizasyonu

Araştırmamıza göre, organizasyonel dönüşüm denildiğinde günü kurtaran, kısa vadeli inisiyatifler yerine “geleceğin organizasyonu”nu inşaa etmenin ön plana çıktığını görmekteyiz. Bütün iş yaşamını yeniden şekillendiren dijital ve dönüştürücü teknolojiler ekseninde ‘geleceğin organizasyonunu inşa etme’, dünya genelindeki ve ülkemizdeki profesyonellerin, mevcut durumda ve gelecekte bir numaralı önceliğini oluşturuyor. Burada adeta bir “ölüm kalım” meselesi ile karşı karşıyayız. Çünkü bu şekilde hareket etmeyen şirketler için sürdürülebilirlik tehdit altına giriyor. Artık kurumların organizasyonel yapılarını, yetenek ve insan kaynakları stratejilerini ve politikalarını dijital dönüşüm doğrultusunda adapte etmeleri gerektiğini görmekteyiz. Çalışan deneyimi, dijital deneyim ile doğrudan bağlantılı hale geldi. Teknoloji yayılım hızını ve gelişimini artırdıkça; dijital dönüşümü deneyimleyen dünyada yaşam, çalışma ve iletişim biçimlerimiz yeniden yapılanıyor. İş dünyasının, dijitalin hâkimiyetine girmesiyle kurallar yeniden yazılıyor. Bu doğrultuda kurumların; dönüşen işgücünü kendilerine çekebilmeleri, elde tutabilmeleri, motive edebilmeleri ve yönetebilmeleri için baştan aşağı yaklaşımlarını değiştirmeleri gerekiyor. Tercih edilen meslekler ve iş yerleri söz konusu dönüşüme liderlik eden veya en azından bunu hızlı bir şekilde hayata geçirenler olacak.

2-Kariyer ve Öğrenme

Kariyer ve öğrenme konusu, global ölçekte olsun; Türkiye’de olsun iş dünyası ve İK profesyonellerinin mevcutta ve gelecekte önem verdiği konular arasında üst sıralarda yer alıyor. Bu konu, Türkiye’de üst yönetimin de gündeminde %90’lık bir payla oldukça önemli bir porsiyona sahip. Bu nedenle kariyer ve eğitim fırsatlarını geliştirmek adına atılan adımları şirket yönetimleri dikkatle izliyor ve konuya bizzat müdahil oluyorlar; bu alanda yönlendirici ve teşvik edici davranıyorlar. Aslında bu sayede hem çalışanlarınızı geliştiriyor, hem de motivasyonlarını daha yukarı seviyelere taşımayı sağlıyorsunuz. Böylelikle mutlu, odaklı ve donanımlı çalışanlar ile daha etkin iş sonuçları alıyorsunuz. Kurumlarda hiyerarşik sistemler kırıldıkça ve iş dünyasında dijitalleşme yaygınlaştıkça, başarılı olabilecek ve değişen işgücü ihtiyaçlarını yönetebilecek liderler yetiştirmede mesleki gelişim ve eğitim fırsatları kritik önem taşıyor. Yani ilk girişten en tepeye kadar olan yolculuğun her adımında gelişim kritik bir bileşen. Neredeyse her gün, firmaların “nasıl daha az ama daha yetkin çalışanlara sahip olabiliriz?” sorusu ile karşılaşmaktayız. Öte yandan Y-Kuşağı ile ilgili yapılan tüm araştırmalarda, çalışanların kendilerini geliştirebilmek adına şirketlerin tanıdığı fırsatları ne kadar fazla önemsediklerine şahit olmaktayız. Bu nedenle kariyer ve öğrenme yeteneği çekmek ve elde tutmak adına olmazsa olmaz bir unsur haline gelmiş durumda. Şirketlerin İK fonksiyonları sıkça bu konuya ilişkin projeler yapıyorlar.

3- Yetenek

 

Doğru kişiyi işe almak ve gelişimini sağlamak, her zamankinden daha önemli bir hal alıyor. Çünkü bu konuda yapılan hatalar, yaşanan gecikmeler aslında şirketlere büyük zararlar verebiliyor. Üst pozisyonlarda, kritik noktalarda bunun etkisi kuşkusuz daha fazla hissediliyor. Tabii ki tüm firmalar en üst yetenekleri, en uygun şartlarda bünyelerine katmak; onları geliştirmek ve elde tutmak istiyorlar. Bununla birlikte yeteneklerin kazanımı çok da kolay değil. Hatta en çok serzenişte bulunulan konuların başında geliyor. İş gücü piyasası rekabetçi, her şey çok hızlı değişiyor, çalışanların beklentileri yüksek ve maliyetler cesaret kırıcı seviyede… Sadece yetenekleri bulmak değil; onları bir arada tutmak da önemli. İşgücünün yapısı geliştikçe, doğru takımlar oluşturarak bu takımlar arasında uyumlu çalışmayı sağlamak öncelik haline geliyor. “Yetenek kazanımı” konusu Türkiye’de şirketlerin karşılaştıkları en önemli zorlukların arasında yer alıyor. Globalde katılımcıların %81’i yetenek istihdamı konusunu önemli bulurken, Türkiye’de de bu oran %84 ile globalle paralel seyrediyor. Ancak yeteneklerin kazanılmasına çok önem verilmesine rağmen, hem Türkiye’de hem de globalde katılımcılar bu konuda yetkinlik seviyelerinin zayıf olduğunu düşünüyor.

 

4-Çalışan Deneyimi

Bir zamanlar şirketler insan kaynakları süreçlerini ve altyapılarını nasıl iyileştirebileceklerine odaklanmaktaydılar. Eğer bu sağlanırsa, o zaman daha çok çalışılmak istenen, daha başarılı kişilerin çalıştığı ve daha başarılı iş sonuçları alınan şirketler haline geleceklerini düşündüler. Tabii ki bu tarz iyileştirmelerin faydasız olduğu söylenemez. Aksine şirketlere önemli katkıları oldu. Gene de bu süreç odaklı bakış açısı, ne yönetimlerin, ne de çalışanların elde edilen sonuçlardan memnun kalmalarına tek başına çare olamadı. Nitekim çalışan bağlılığı ve motivasyon anketlerine bu durumun nasıl yansıdığını; ya da çıkış anketlerindeki sonuçları gördüğümüzde bunu çok iyi hissetmekteyiz. Araştırmamızın sonuçları Türkiye’deki şirketlerin, yeni yeteneklerin istihdamına verdikleri önem ile bu konudaki hazırlık seviyeleri arasında büyük bir fark olduğunu ortaya koyuyor. Bu şirketler, işe alım sonrasında çalışanlarına farklılaşan bir çalışan deneyimi sunma konusunda da geride kalıyor. Oysaki geçtiğimiz senenin sonuçlarında çalışan deneyimi konusu hem globalde, hem de Türkiye’de en öncelikli konular arasında yer alıyordu. S

5- Performans yönetimi

Performans yönetiminde geleneksel yaklaşımların yerlerini daha yalın ve farklı yaklaşımlara bıraktığı bir dönemden geçmekteyiz. Başarı ve başarısızlığın tarifi, nasıl ölçülüp nasıl yönetilecekleri ve sonuçlarının nasıl ele alınacağı masaya yatırılıyor. Hantal, yapmış olmak adına yapılan, çalışanı ve kurumu daha ileriye taşımaktan uzak uygulamalardan herkes şikayetçi. Mevcut durumda hem globalde ve hem Türkiye’de öncelik olarak üst sıralarda yer alsa da; Türkiye’deki profesyonellerin çoğu globalle karşılaştırıldığında bu konudaki yetkinliklerini daha zayıf görüyor. “Ödüllendirme ile çalışanlarını motive etme” bu durumun en çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor. Zira Türkiye’deki katılımcıların %69’u bu alanda yetersiz olduğunu düşünürken, globalde bu oran yalnızca %32 seviyesinde. Bu çalışanlarda değersiz hissetmeye ve dolayısıyla da motivasyon kaybına neden oluyor. Aynı şekilde, Türkiye’deki profesyoneller, çalışanlarına zamanında – doğru geri bildirim yapma ve her seviyeye yönelik teşvik ödemeleri sunma konularında da kendilerini yetersiz görüyor. Adil, proaktif, basit ve anlaşılır, makul, üzerinde karşılıklı mutabık kalınan, sık geri bildirimlerle desteklenen, müşterek faydaya odaklı performans yönetimi hem şirket, hem de çalışan için kazan-kazan yaratacaktır.

Türkiye geleceğin iş dünyası liderleri için umutlu

Ekonomik ve siyası açıdan zorlu geçen bir yıl olmasına rağmen, gelecek 12-18 ay içerisinde İK alanında yatırımlarını aynı ölçüde sürdüreceğini ya da artıracağını belirtenlerin oranı Türkiye’de %94, globalde ise %84. Türkiye’deki katılımcıların yalnızca %2’si, globalde de %9’u İK yatırımlarında bir azalma yönüne gideceklerini ifade ediyor. Görünen o ki, herkes İnsan Kaynağının önem ve değerinin farkında ve bu konuda adımlar atmakta kararlı…

DİJİTAL DÖNÜŞÜMDEN ORGANİZASYONEL DÖNÜŞÜME GÜVENLİ GEÇİŞ

25 Oct

Son dönemde global iş dünyası literatüründe yeni bir kelime büyük popülarite kazandı: “Disruptive”. Türkçesi “yıkıcı – karışıklığa yol açıcı” anlamına gelen bu kelime, kurumların organizasyonel yapılanmaları açısından büyük önem taşıyor. Tıpkı on sene kadar önce benzer bir şekilde dillerden düşmez hale gelmiş olan “Agile” (çevik) kelimesi gibi. Tam gaz devam eden dijital dönüşümün merkezinde, yıkıcı kelimesi daha çok teknoloji ile birlikte kullanılıyor (disruptive Technologies). Teknoloji sayesinde hayat şirketler için çok daha kolay hale geldi ancak bu baş döndüren gelişme ivmesi, beraberinde yukarıda değindiğimiz yıkım ve karmaşayı da getirdi. Endüstri 4.0 ile birlikte bu aslında kurumsal yaşamın “yeni normal”i haline geldi. İşte bu nedenle buradaki “yıkıcı” kelimesini bizleri rahatsız ya da tehdit eden bir anlamda değerlendirmiyoruz. Daha ziyade iyice anlaşılması, dirençle karşılamak yerine içselleştirilmesi ve akıllıca yönetilmesi gereken bir olgu var karşımızda. Bir tarafta çok daha bilinçli tüketiciler ve çalışanlar, diğer tarafta sürekli değişim ve belirsizlik; şirketlerin iş modellerini sık ve hızlı değiştirmelerine sebep veriyor ve bunun sonucunda da doğal olarak “organizasyonel yeniden yapılanma” artık standart bir gündem maddesi, hatta iş süreci haline geliyor. Oysa yıllar önce organizasyonlarda ufak tefek değişiklikler yapmak, taşları birazcık olsun oynatmak dahi çok zor cesaret edilen bir işti. Gerçekten çok zaruri bir durum olmadıkça üst yönetimler örgüt şemasına pek dokunmazlardı. Artık her şey değişti. Şirketlerde çoğunlukla İK departmanlarının altında Organizasyonel Gelişim fonksiyonları bile kuruldu. Kurumlar, bu alanda önemli ölçüde iç ve dış danışmanlık hizmetleri almaya başladılar. Peki bunca çabaya rağmen, neden bazen hedeflediğimiz sonuçları ıskalıyoruz? Yanlış ya da eksik yaptığımız ne? Neleri farklı yapsak veya farklı neler yapsak daha başarılı oluruz? İşte bu makalemizde bu konuda ipuçları paylaşacağız.

Organizasyonel Dönüşümde Büyük Paradoks: Zaman ve Boyut

Başarıya çabuk ulaşılan küçük çapta ve hızlı ancak etkisi düşük değişiklikler ile sonuçlarının ne derece başarılı olacağının kestirilmesi güç ancak büyük kazanımlar getirebilecek büyük boyutlu dönüşüm projeleri yapmak arasında kalmak, hepimizin aşina olduğu bir durum. Üst Yönetim ve patronlar iş modeli ve organizasyon dönüşümlerinde hem hızlı sonuçlar almak, hem bunu kısa sürede – asgari maliyetlerle başarmak ve tüm bunları da tabir yerindeyse “kırıp dökmeden” gerçekleştirmek istiyorlar. Belki de fazla farkında olunmayan gerçek aslında her iki yöntemin de büyük oranda başarısızlıkla sonuçlanıyor olması. İlkinde amaç genelde verimlilik, mütevazi bir büyüme oranını tutturmak ve dolayısıyla günü kurtarmak oluyor. Bu tarz inisiyatifler gerekli ve faydalı olmakla birlikte, dikkat çekmeye çalıştığımız karışıklıktan kurumları koruyamıyor. İkincisi ise genelde üçte ikisi başarısızlıkla sonuçlanan mega dönüşüm projeleri. Kurumda uzayan zaman aralığı nedeniyle bıkkınlık, bütçe aşımı, değişime direnç gibi sebepler bunun en büyük nedenleri. Eminim iş hayatınızda sizler de bu iki vakadan en azından bir tanesini deneyimlemişsinizdir. İşte bu sebeplerden ötürü söz konusu iki seçenek arasında sıkışmamalıyız.

Bu paradokstan çıkış noktası uzun vadeli bakış açısını kaybetmeden kısa vadeli düzenlemeleri yapabilmekten geçiyor. Ulaşılacak yapıyı ve hedefleri adımlara bölüp, parça parça uygulayabilmek; süreçte koşullar değişirse, esnek bir şekilde uyum sağlayabilmek; öte yandan hızlı kazanımlar ve somut ara adımlar ile değişimin yürürlükte olduğunu tüm kuruma göstermek işin püf noktası. Özellikle kaynak kısıtları da dikkate alındığında bu yöntemin değeri daha fazla anlaşılıyor.

Doğru bir uygulama şu beş altın prensibi uygulamayı gerektiriyor:

  1. Direncin Yanından Dolanın: Değişime en büyük direnç ve tepki, genellikle içeriden gelir. En baştaki onay aşamasından ve projelerin hayata geçirilmesine kadar, sürecin tümünde bunu deneyimleyebilirsiniz. Tabii ki öncelikle direnç gösterenleri kazanmayı hedeflemelisiniz. Ancak bazen uzlaşı çabası çıkmaz bir sokakta yolculuk halini alabiliyor. Bazı insanlar evet dememeye yemin etmiş olabilirler. Bunu sezdiğinizde (ve çok vakit kaybetmeden) direnç noktalarının yanından dolanın… Nasıl mı olacak bu? Dev bütçeli hamleler yerine o hamlelerin bileşenleri olan, onaylanması kolay olacak daha küçük bütçeli ve kısa süreli parçalarla adım adım ilerleyin. Pilot uygulamalar ve takip eden yaygınlaştırmalar, fazlara bölerek ilerlemek, anketler, küçük odak ve çalışma grupları kurmak vb. yöntemler sıklıkla başvurabileceğiniz şıklar. İçeride hem yönetim, hem de uygulayıcı kademelerde destek noktaları bulun ve onları işin içine en baştan dahil edin. Herkesin kabulünü beklerseniz, asla başlayamama riskiniz dahi var. Bu nedenle başlamadan biten o kadar çok proje varki…
  2. Yıkıcı teknolojilerden – yeniliklerden faydalanın: Sık sık organizasyonel dönüşümün bizzat faili olarak karşımıza çıkıyor olsalar da, aslında başta dijital olmak üzere yeni teknolojiler değişim sürecinde şirket için yarar sağlayabilirler. Bunu, özellikle kurum içinde bilgi akışının daha hızlı ve sağlıklı yapılabilmesi adına, şeffaflık gibi çok önem atfedilen bir gereksinimi de karşılayarak mümkün kılıyorlar. Değişim söz konusu ise “içinde ve haberdar olmak”, değişimin bir parçası ve katkı sağlayıcısı olmak için kritik bir ihtiyaçtır. Teknoloji sayesinde iletişim daha pratikleşebilir. Bu tür organizasyon yapılanmalarında karar verme mekanizmasının da iyileşmesi gerektiğinden, böyle bir katkı daha değer kazanıyor. Tüm bu faydaların yanında, yeni teknolojiler ve araçlar organizasyon yapısındaki hiyerarşileri yataylaştırıp, hedeflenen atılımları bloke eden darboğazların aşılmasına olanak veriyorlar. Ayrıca bazı projelerde hedeflenen sonuçlara ulaşmada ne derece isabet kaydettiğimiz, kısa vadeli kazanımlarda ne noktada olduğumuz ancak önceden tercihen sayısal hedefler atayarak ve de bu hedefleri takip ederek mümkün oluyor. Dijital platformlar Y-kuşağının da artık aktif bir katılım sağladığı iş hayatında bunu gerçekleştirmek adına sizlere yardımcı olacaktır.
  3. Hızlı etkiyi hedefleyin: Açıkçası değişim için harcanan çabanın meyvelerini kısmen de olsa bir an önce toplamayı hedeflemenizde fayda var. Her şey o kadar hızlı gelişiyor ve yaşanıyor ki; sabır artık çok rastlanılan bir erdem değil. Üstelik organizasyonel dönüşümde bazı erken neticeler görünür kırılmazsa devreye son derece tehlikeli bir iletişim kanalı girer: Dedikodu gazetesi! Böyle bir düşünce ve davranış şekli sadece hızlı kazanımlar sağlamakla kalmaz, girdiğiniz yolun ne derece doğru bir yol olduğunu çok geç olmadan test etmenize de ön ayak olur. Kağıt üzerindeki bazı tasarımlar, hayata geçirilmeye kalktığınızda umduğunuz sonuçları vermeyebilir. Değişime dair fikirlerin seri bir şekilde geliştirilip pratiğe dökülmesi ile doğal bir deneme ve yanılma süreci yaşanırken, şirketinizdeki değişim liderleri bir yandan da elde edilen faydaları görünür kılabilir; şayet düzeltilmesi gereken noktalar varsa da, onlar üzerine yoğunlaşabilirler.
  4. Uzun vadeli dönüşüm elde edin: Bu yaklaşımlar kısa sürede etki yaratmayı hedefliyor olmakla birlikte, ileride gerçekleşecek değişim inisiyatiflerini de çok daha kolay hale getirecek şeffaf bir kurum kültürü ve işbirliğine yatkın davranış stillerinin kurum içerisinde yerleşmesine yardımcı olurlar. Değişimi kaçınılmaz kılan unsurların daima var olacağını düşünürsek şirketlerin herhangi bir düzensizlik yaratmaksızın bir yapıdan diğerine geçebilmesi için ihtiyaç duyulacak esneklik ve geçişkenlik böyle bir altyapı ileride oluşabilecek yıkıcı değişimlerin hızla sindirilebilmesinin güvencesidir. Şirketinizde atılan küçük adımlar elbet birer kazanımdır ama daha da önemlisi dönüşüm yolculuğunun sonunda varılacak olan ana hedeflerdir.
  5. Ekosisteminizden Destek Alın: Ekosistem denilince genellikle aklımıza müşteriler ile tedarikçiler geliyor. Bununla birlikte resmi biraz daha geniş tutmalıyız. İş ortaklarımız, sektördeki diğer oyuncular, hatta müşterilerimizi etkileyen başlıca kurumlar, teknolojik ve dijital çözüm sağlayıcılar böylesi değişim yolculuklarında bizlere önemli katkılar sağlayabilirler ve sinerjiler yaratılabilir. Ekosisteminizde yer alan oyuncular, sektörünüzü ve müşterilerinizi gayet iyi tanıyorlar dolayısıyla sağlayacakları öngörüler ve fikirler sizin için önemli olabilir. Kendi ekibinizde olmayan bazı yetkinlikler ve deneyimler ile sizin organizasyonunuzu tamamlayabilirler. Bu sayede tek başınıza yapabileceğinize kıyasla daha iyi çözümleri, daha hızlı ve daha az yatırım yaparak sağlayabilirsiniz. Aynı işi belki bayileriniz de yapıyor… Aradığınız veri tabanı, iş ortağınızda mevcut olabilir… Tedarikçileriniz zaten sorun olduğunu düşündüğünüz bir konuya el atmış olabilirler… Farklı firmalar bir araya gelip dijital platformlarda değer üretebilirsiniz. Devlet ve üniversiteler ile ARGE vb. alanlarda işbirliği yapabilirsiniz. Tüm bunlar organizasyon yapınızdaki çok da gerekli olmayan şişkinlikleri önleyebilecek adımlar.

Yıkıcı teknolojiler ile dijital dönüşüm, Y-Kuşağının beklentileri ve küreselleşme gibi unsurlarla da birleştiğinde sorunsuz bir organizasyon dönüşümünü vaat etmek tabii ki fazla iddialı olur. Gene de yukarıdaki beş altın prensibi dikkate alarak ilerlerseniz her şeyin çok daha kolay olacağından emin olabilirsiniz…

TÜRK FİRMALARINDA ORGANİZASYONEL YAPILANMAYA DAİR DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR

25 Oct

Türk firmalarında organizasyonel yeniden yapılanmaya ilişkin kemikleşmiş birçok inanış var. Bunların da hepsinin altında yatan sayısız faktör… Bu yazıda bunlardan ön plana çıkan üç tanesine mercek tutmaya çalışacağım.

Benchmarking Miti

Birçok firmamız kendi örgüt şemalarını yapılandırırken aynı sektörde faaliyet gösteren şirketlerin – mevcutsa – öncül uygulamalarından faydalanmak istediğini belirtiyor. Türkiye’de bilhassa global rakipler çok merak ediliyor. Her kafada “Nasıl yaptılar da oldu?” sorusu var. Ancak peşi sıra aslında kendi firmalarının nasıl tüm diğer rakiplerinden ayrıştığını ve ana referans noktası olarak bu tarz kıyaslamaları almanın yanıltıcı olduğunu eklemeyi de ihmal etmiyor. Ayrıca gururla, esasında kendi yapılarının birçok açıdan en iyi uygulama olduğunun altını çiziyorlar. İş “biz çok özeliz” cümlesine kadar vardığında (ki her şirket özeldir), “acaba hiç benchmark yapılması daha mı iyi?” diye de düşündüğünüz oluyor. Peki, burada bir kafa karışıklığı mı söz konusu? Kesinlikle hayır… Bu şekilde kendilerini ifade eden şirketler çok iyi biliyorlar ki, benchmarking (kıyaslama) yapmak bu tarz dönüşümlerde olmazsa olmaz. Ancak bunu yaparken temkini de elden bırakmamak lazım. Keşke birkaç şemayı yan yana koyup rahatlıkla “kes-yapıştır” kararlar verebiliyor olsaydık ama konu o kadar basit değil. “Her şemadan en iyi kutuyu al, yan yana getir; sonra aklına yattığı şekilde birbirlerine bağla…” ile varılacak son, istisnai durumlar hariç pek hayırlı bir son olmayacaktır. Her şeyden önce, organizasyon yapısı kıyaslaması yaparken, benchmark olarak incelediğiniz şirketlerin neden o şekilde yapılandıklarını anlamak gerekiyor. Yaptıkları iş birebir sizinki ile aynı dahi olsa, nasıl yaptıkları ayrıştırıcı olabilir. Stratejileri, sahiplik yapıları, iş modelleri, kurumsal yönetim vizyon ve uygulamaları, hatta kültürleri birebir örgüt şemalarına yansıyacaktır. “En iyi uygulamalar”, “yaygın örnekler”, “lider” vb. ifadeler kulağa gayet hoş geliyor ama A firması için iyi ve doğru olan, B firması için de gerçekten öyle mi?, “Neye göre, kime göre ve ne kadar iyi?”

Bir de kurumsal yaşamda oldukça yanlış bir algı var. İnsanlar her başarılı şirketin, çok iyi tasarlanmış bir örgüt yapısı olduğuna inanıyorlar. Oysaki hem ülkemiz, hem de dünya bunun tersi örneklerle dolu. Yani çok makul bir organizasyonel yapılanmanız olmasına rağmen bu şirketimizin başarısız bir performans göstermesini önleyemeyebileceği gibi, organizasyon yapımızdaki tüm hata ve eksiklikler rağmen şirketimizin sonuçları gayet iyi olabilir. Tabii ki bunun sürdürülebilirliği tartışılır ancak farklı faktörler de devrede olduğundan, bazen oldukça uzun sürebilen bir durum. Ve tabii tehlikeli de… İşte bu nedenle siz benchmark alırken “başarılı bir şirketi” değil, “başarılı bir organizasyonu” esas almalısınız. Ayrıca organizasyonlar kıyaslandığında işin içerisine sadece örgüt şeması değil; kadro sayısı, mevcut yetkinlikler, görev tanımları, yetkilendirme mekanizması ve yönetim tarzı gibi bir dolu farklı bileşen de giriyor ve ne yazık ki bunların bir araya geldiklerinde bir bütün olarak çok daha anlamlı çıkarımlar sunacakları kimi zaman göz ardı ediliyor. Kimi zaman ise bu tarz bilgilere erişim mümkün olmadığı için salt organizasyon şemaları ile yetiniliyor.

Yani benchmarking özünde faydalı ve kuvvetli bir ilaç. Öte yandan doz aşımı ve yanlış kullanım, yarardan çok zarar getirebilir.

Kişiye Göre Organizasyon Fobisi

Türk firmalarında genel inanış, “kişiye göre organizasyon”un çok baskın olduğu ve bunun özellikle gelişmiş ülkelerdeki uygulamalarla büyük tezat oluşturduğu yönündedir. Şu ana kadar ki deneyimlerimiz gösteriyor ki, bu inanışın ilk kısmı son derece yerinde bir tespit olmakla beraber, ikinci kısmı –yani yurtdışında benzer bir durumun var olmadığı– daha ziyade bir peşin hüküm. Açıkçası organizasyonu, kişilerden bağımsız düşünmek bu gezegenin hiçbir yerinde mümkün değil. O halde bunu kabullenmeli ve buna çanak mı tutmalıyız? Tabii ki hayır… Ancak tamamen göz ardı da edilmemesi gereken bir seçenek. Her zaman değil ama bazı durumlarda yapmak zorunda kalacağımız, hatta yapmamızın daha hayırlı olacağı bir uygulama.

Her ne kadar kurumsal yönetimin kutsal kitabında aksi yönlendirmeler de olsa, teorik bilgi ile pratik hayat çelişiyor. Buradaki tehlike, “kişiye göre organizasyon”un ne zaman ve ne koşullarda uygulanabileceği konusunda hissedarların/patronların ve üst yönetimlerin yanlış yorumlamalar yapması. İlişkilerin ve sadakatin, kapasite ve liyakatin önüne geçmesi bunun en güzel örneği. Yani ayırmak yerine kayırmak odaklı bir yaklaşım. “Ben ona çok güveniyorum” ifadesini kim bilir kaç kere duymuşuzdur, kaç kere daha duyacağız… Oysa özellikle yönetsel seviyelerde, farklı ancak birbirleri ile ilişkili veya benzeşen fonksiyonel alanları hepsini eş zamanlı yönetecek liderlik vasıfları ve teknik kapasiteye sahip olmaları kaydı ile aynı kişilere bağlamak sıkça rastlanılan bir uygulama. Aynı zamanda kişiye göre organizasyon adına da güzel bir örnek. Bu sayede şirketlerin çok daha verimli yapılara da kavuşabildikleri bir gerçek. İşte bu nedenlerden ötürü dünyanın en büyük firmalarında bu tarz uygulamalara da rahatlıkla rastlıyoruz. Kişiliğe güven, iyi anlaşma, kendini yanında rahat hissetme, uyumlu çalışma önemsiz faktörler değil. Aksine gayet faydalı özellikler. Ama her şey bunlar üzerine temellendirilmemeli.

Şimdi lütfen kendinize bir sorun: Son derece memnun olduğunuz ancak yarı-zamanlı çalışmak isteyen bir elemanınız hiç olmadı mı? Veya kesinlikle kaybetmek istemediğiniz bir yöneticiye ek bir sorumluluk alanı hiç atamadınız mı? Vekaleten atadığınız ek bir rolde gayet başarılı performans gösteren biri, organizasyonda bunun asaleten sahibi haline dönüşemez mi? Emeklilikleri gelmiş olmasına rağmen neden bazı çalışma arkadaşlarınızı halen bünyenizde tutuyorsunuz? Eğer yanıtlarımız bunların çoğuna hayır ise, “esnek, çevik ve kişilerin-yeteneklerin kendilerini gerçekleştirebildikleri” şirketler neredeler?

Bu durumda “Kişiye Göre Organizasyon Fobisi” hangi durum için geçerlidir? Ne zamanki şirketler bunu durumsal değil kurumsal hale getirir ve “Kişiye Göre Organizasyon Hobisi”ne dönüştürürler, işte o vakit hobi, fobi halini alacaktır…

Büyüyen Her Şirket Matris Organizasyonu Tadacaktır

Birçok Türk firması gibi siz de baş döndürücü bir oranla büyüyor ve hızla dış pazarlara açılıyorsunuz. Ürünler-hizmet alanları, coğrafyalar, fonksiyonlar, markalar, kanallar havada uçuşuyor. Böyle bir ortamda organizasyonunuzu yeniden yapılandırmaya çalışıyorsunuz. Aynı anda yalın, hiyerarşik olmayan bir yapı için de, üst yönetimden gelen net bir direktif var. Açıkçası işiniz bir hayli zor. “O buna mı bağlı olsun, yoksa şuna mı?”, “idari olarak falancaya, ama operasyonel olarak filancaya raporlasın”, “çizgiler düz mü, kesik kesik mi olsun?”, “performansını birlikte değerlendirsinler”, “A departmanında çalışsın, fiziken de B departmanında otursun”, “iş ortaklığı en iyi çözüm”, “acaba dış kaynak mı kullansak?”, “bu durumda konuştuğumuz işin sorumlusu kim oluyor?” Sanırım bu kadar örnek yeterli. Şahsen benim favorim “düz çizgi – kesik çizgi” tartışması. Çoğu yerde bu çizgiler belirleniyor belirlenmesine de, önemli olan o çizgilerin altını dolduran işleyişleri net bir şekilde tanımlamak ve uygulamak/uygulatmak…

Böylesine kompleks yapılarda “ben matrissiz de yaparım” demek kolay değil. En azından bunu hayata geçirmek biraz fazla iddialı görünüyor. Matris yapı kaçınılmaz ise ne yapacağız? Yanıt basit: Doğru matrisi kurmak ve doğru şekilde işletmek… Farkındaysanız “ideal” veya “mükemmel” bir matris vurgusu yapmıyorum, zira böyle bir şey yok. Zaten olsa dahi bunu sağlayacak zahmete katlanmanın bir manası da yok, çünkü eğer bu tarz bir firma iseniz çok yakında iş modeliniz yeniden değişecek; iç ve/veya dış faktörler sizi yeniden farklı bir örgüt yapılanması ihtiyacına itecek ve siz de gidip matrisinizi değiştireceksiniz, matristen çıkmayacaksınız. Burada kritik olan nokta, hantal yapılar kurmamaya dikkat etmeniz. Çünkü geçişin kolay ve başarılı olması özünde buna bağlı. Çokuluslu dev firmalar, yukarıda değindiğim yolculuğa uzun yıllar önce çıktılar. Dev matris yapıları defalarca deneyimlediler. İlk uygulama, ikinci dalga, üçüncü dalga derken artık sürekli değişen bu yapıyı kanıksadılar. Bizim şirketlerimiz ise henüz yolun başındalar ve ilk dalgayı yaşıyorlar. Zorlanıyor olunmasının başlıca sebebi de bu.

Madem bu dönüşüm kaçınılmaz; öyleyse doğru matris yapıyı nasıl kurabiliriz? Bunun basit ve evrensel bir yanıtı yok. Tıpkı 1999 yapımı kült film “The Matrix”de ifade edildiği gibi: “Ne yazık ki matrisin ne anlama geldiği kimseye açıklanamaz. Bunu kendi başınıza keşfetmelisiniz”

Sonuç: Marifet ezberlemek değil, anlamak…

Organizasyon tasarımı, belli prensipler, modeller ve kurallardan faydalanır. Bu metodolojik yaklaşımdan ayrılmak sizi ileride hayata geçmeyecek, geçse dahi başarıya ulaştırmayacak çıktılar ile baş başa bırakacaktır. Ama unutmayınız ki, tek başına ve dogmatik bir fanatizmle bu metodolojilere sarılmak da aynı derecede tehlikelidir. O yüzden eğer konu organizasyonel dönüşüm ise ezberi bozunuz, kutuları oluştururken kendinizi kutulara hapsetmeyiniz…

YENİ İK TRENDLERİ VE NORM KADRONUN SONU

25 Oct

İnsan Kaynakları alanında son dönemlerde önemli değişiklikler yaşanıyor. İlk temel değişim aslında “Personel Yönetimi” bakış açısından “İnsan Kaynakları”na geçiş idi ama bu yazının konusu aslında bu geçişten daha sonra gerçekleşen gelişmeler, yani özellikle son beş senede ön plana çıkan farklı yaklaşımlar ve uygulamalar. Ülkemizde dünyaya paralel bir şekilde bu değişimler yaşanıyor, bizler de farklı şirketlerde bu değişimin bir parçası oluyoruz. İşte bu makalede yaşadığımız deneyimleri ve yaptığımız gözlemleri sizlere aktarmaya çalışacağım.

Aşağıdaki tabloda, eskiden kullanılan terimler ile günümüzde onların yerini almış olan yeni terminolojiyi karşılaştırmaktayız. Kavramlar, isimler sıkça değişiyor ve günlük hayatta kurumsal jargonların esiri oluyoruz. Peki, bu kavramların altını dolduran gelişmeler, faktörler neler?

Eskiden… Şimdi:
Norm Kadro İş Gücü Planlaması ve Yönetimi
Çalışan Memnuniyeti Çalışan Deneyimi
Gelişim Alanlarına Odaklı Performans Yönetimi Kuvvetli Alanlara Odaklı Performans Yönetimi
İnsan Yönetimi Yetenek Yönetimi
Eğitim Gelişim
Çalışan Devir Oranını Azaltmak Çalışan Devir Oranını Yönetmek
İK Raporlaması İK Analitiği
Yöneticilik Liderlik
Kuşaklar arası çatışma Kuşaklar arası uzlaşı

 

Nerede o eski norm kadrolar…

Yukarıdaki başlıkların her biri yeterince “iri” konular. Bu yazımda en problematik alanların başında gelen Norm Kadro konusuna yer vererek başlamak istiyorum. Hani bazı sektörlerde farklı zamanlara isabet etse de, genellikle Ağustos-Eylül sıcağını daha da sıcak hale getiren bütçe çalışmalarında en çetin pazarlık konularından biri haline gelen norm kadro çalışmaları… Her personel bütçesi – İK bütçesi döneminde sayısız polemiğe malzeme olan meşhur norm kadro hesaplamaları… Norm kadro ile ilgili Türkiye’de son yıllardaki en olumlu gelişme, konuya daha bilimsel – metodolojik yaklaşılması ve yıldan yıla bu konuda daha fazla pratik kazanılmasıydı. Hatta bu pratiğin bazen biraz fazla ezbere dönüştüğüne rastlamaktayız.

Tüm bu artılara rağmen, geleneksel norm kadro yaklaşımının koskoca bir kara deliği var. O da “statik bakış açısı”. Yani olan bitenden biraz kopuk, kendi içine kapanmış bir bakış açısı hakim. Oysa şirketlerin rekabette önemli ölçüde kendi kontrolleri dışında olan gelişmeler karşısında “dinamik” bir şekilde işlerini yönetebilmeleri gerekiyor. Norm Kadro’dan “İş Gücü Planlaması ve Yönetimi”ne geçişin temel sebebi de bu. O halde dinamik bir modele nasıl geçilir? İlk olarak kadronun oluşturulmasında ve yeri geldiğinde güncellemeye gidilmesinde esas alınacak tetikleyicilerin belirlenmesi gerekmektedir. Daha sonra da söz konusu tetikleyicilerden faydalanılan, simülasyon mantığı üzerine kurulu bir İş Gücü Planlama “Model”i oluşturulmalıdır. Ancak salt tetikleyici unsurlardan oluşan, bütünüyle matematiksel ve yalınlıktan uzak modellere prim vermemeliyiz. Oluşturacağımız model, yeri geldiğinde geçmiş verileri baz almalı; yeri geldiğinde de “benchmark”ları veya bazı “altın oran”ları (kontrol aralığı, çalışan başına düşen yönetici sayısı vb.) esas alabilmelidir. Her ne kadar bir modelden bahsediyor olsak da, modelde sübjektif katkıların yerinde ve dozunda konumlandırıldığı bir yaklaşım izlenmelidir. Tüm bunlar yapılırken, önceden belirleyeceğimiz tasarım prensiplerini referans almalıdır. Ve tabii ki model içerisindeki unsurlar arasındaki ilişkiler de net bir şekilde tanımlanıyor olmalıdır. Her parça kendi içinde tutarlı bile olsa, birbirleri ile uyum büyük önem taşımaktadır. Söz konusu ilişkisellik, model ile bütçe arasında bağlantı kurulurken faydalı olmaktadır.

Kimi tetikleyiciler son derece değişken iken, bir bölümünün de neredeyse hiç değişmediğini gözlemleriz. Burada kritik soru, tetikleyicilerin ne zaman ve şartlar altında değiştiğidir. Şirketlerin stratejileri, faaliyet modelleri, örgüt yapıları, kullandıkları teknolojiler ve iş yapış şekilleri değişime uğradıkça, özellikle bunlar radikal değişiklikler ise tetikleyiciler, model ve dolayısıyla kadroları yeniden şekillenecektir. Örneğin bazı süreçlerde dış kaynak kullanımına ağırlık verme kararı alındığında, önemli ölçüde mevsimsellik barındıran bir iş koluna girildiğinde, bir maliyet azaltımı – verimlilik inisiyatifi gündemde olduğunda, iş makinaları veya yazılımları yenilendiğinde yukarıda değindiğimiz değişimler de kaçınılmaz olmaktadır. Böylesine bir ortamda, model bazlı çalışan şirketlerin en çok zorlandıkları konu, kullandıkları modeli bu yeniliklere uyumlu hale getirmede yaşadıkları zorluklardır. Bu yüzden esnek ve karmaşık olmayan modeller tercih edilmelidir. Model oluşturma safhasında iş analitiğinin artan önemi ve sunduğu imkanlardan kesinlikle olabildiğince faydalanılmalıdır. Bunu destekleyecek teknolojik çözümlere yatırım yapılmalıdır.

Norm kadroya dair oluşturulan yaklaşımlarda tıkanma noktalarından biri de yeterince gerçekçi hesaplama ve varsayımlar ile ilerlenilmemesidir. Bütçe dönemindeki hedeflenen çalışan sayısı, yeni döneme başlarken kadro bulunan sayı, yıl içindeki ortalama çalışan sayısı ve dönem sonundaki sayı o kadar farklılaşıyor ki… Çalışan devir oranını ve sene içindeki dalgalanmaları yönetmek sanıldığı kadar kolay olmuyor. Özellikle beklenmedik işten ayrılmalarda başka personel ile gidenlerin ikame edilmesi ciddi zaman alabiliyor. Yedeklemenin hangi ölçüde olduğuna bağlı olarak da bu dalgalanmaların etkisi farklı hissediliyor. Daha dinamik ve gerçekçi bir mantık üzerine kurulu iş gücü planlamasında ise açıkçası “bile bile lades demek” daha az yapılan bir hata.

Aslında böyle bir model sayesinde, hesap soranlar (üst yönetim) – hesap verenler (birimler) – moderasyonu sağlayanlar (İK) ve olan biteni kontrol edenler (genellikle finans / mali işler) arasında İK bütçesi oluşturulurken ortak bir dil ve daha kuvvetli bir işbirliği yakalanması çok daha olası bir noktaya gelmektedir. Tartışmalar, pazarlıklar ortadan kalkar mı? Hayır… Ancak en azından yapılan tartışmalar daha sağlam argümanlar üzerinden yürür, alınan kararlar daha fazla içlere siner.

Diyeceksiniz ki, “Madem bu kadar faydalı bu yaklaşım neden şirketler bu modele hemen geçmiyorlar?” Son derece yerinde bir soru. Başlıca sebepler şunlar: Öncelikle yeni yaklaşımı uygulamaya alacağınız ilk sene böyle bir modeli kurmak kolay değil. Türkiye’de bu konudaki deneyim ve yetkinlik kısıtlı. Biraz deneme ve yanılma gerektiriyor. Yani daha ilk seneden son derece makul ve tıkır tıkır işleyen bir şey hayal edilmemeli. Kültür olarak da şirketler buna o kadar hazır değiller. Bu doğal çünkü yılların alışkanlığı var ve belki alan memnun, satan memnun ve kimse bu konfor alanından pek dışarı çıkmaya niyetli değil. Artı, mesele sadece ilk sene yaşanacak zorluklar gibi gözüküyor olsa da, modelin güncellenmesi dolayısıyla yaşatılması da bazen şirketlerin gözlerinde büyüttükleri bir şey. Bilhassa yepyeni bir uygulama gündemde ise tetikleyicisinin ne olacağı ve etkisini belirlemek güç olabiliyor. Geçmişe dair bir yaşanmışlık ve veriden yoksun halde, belirli varsayımlar üzerinden ilerlenebiliyor. Bir sonraki sene bazı şeyler oturunca daha kolaylaşıyor. Sonuç olarak her ne olursa olsun, bu zorluklar sizleri yıldırmamalı, çünkü kazanımlar çok daha fazla…